Hatırlıyorum da çocukluğumuzda ne bayramlar yaşıyorduk ne bayramlar… İlk bayram olan Ramazan bayramında ailelerimiz bizlere giysiler alırlardı. Onları giyme, kimlere ziyarete gidip güler yüzle karşılanacağımızı, alacağımız ama bizde olmayan çikolatalı şekerleri ve gücün yettiği oranda bizlere verecek harçlıkların “hayallerini kurardık”.
Sabah kalkar ve babamla birlikte camiye Bayram namazına giderdik. Camii çıkışında insanlar camii önünde bayramlaşmaya başlarlardı ve metrelerce uzunlukta insan zinciri oluşurdu. Ne kadar da mühim bir şeymiş aslında bu manzaralar. Bugünlerde böyle mi yapılıyor? Tabi ki de koskoca bir hayır. Hoca efendi namazı kıldırdıktan sonra daha hutbeye çıkmadan insanlar terk etmeye başlıyor, boşaltıyor camilerin içini. İte kalka çıkıyorlar dışarıya. Bir de hırsızlar çalmasınlar diye nerede eski kıyafet ve ayakkabı varsa onlarla geliniyor camilere. Hızlı ve etrafına bakmadan, küçük çocukların eskiden bizim yaptığımız gibi bayramlaşma heyecanıyla yanlarına doğru gittiğinde hemen başına bir dokunup kaçarcasına uzaklaşmalar kaldı bugünlere.
Annemin, şimdilerde babamsız sürdürdüğü geleneği o günde de yaşatırdı bize. Camiiden eve döndüğümüzde çoğunlukta yöresel yemeklerin yapıldığı bir sofra karşılardı bizleri. Annem de üzerini giymiş, biz eve girince bayramlaşma faslını ilk o başlatırdı babamın elini öperek. Ne kadar da hoşuma giderdi ve ne kadar da gıptayla bakardım. Hayallere dalardım hemen bir anda. Acaba ben de evlenecek ve eşimle birlikte bu güzelim manzarayı yaşayabilecek miydim? Sıra bana gelmişti ve evin büyük çocuğu ben, önce babamın, sonra annemin ellerini öperdim. Dualar adeta havalarda uçuşurdu. Tıpkı camii çıkışında olduğu gibi bayramlaşan durur ve diğeri başlardı bayramlaşmaya. Ne güzeldi. Peki, şimdi böyle mi? Maalesef değil, maalesef. Verilen terbiyeye göre alıyorsun karşılığını çocuğundan. Sudan bahanelerle bayramlaşmadan evden çıktığın oluyor ve yedi kat yabancı bir çocuğun bayramlaşma coşkusuyla bastırıyorsun içindeki yaşanan kötü şeyleri. Niye bu renk çorap, niye kırışmış, niye şöyle yap diye nasihat vermişiz diye daha nice bahanelerle yaşayamıyoruz babamıza-annemize yaşattığımız bayram mutluluklarını.
Bayramlaşmaya komşulardan başlardık. Çünkü komşular bizlere akrabalarımızdan daha yakın oldukları için ziyaret önceliği onlarındı. Nasıl ki zor bir durumumuzda akrabalarımız bizlere yetişene kadar yakın olan komşular bizlere onlardan daha çabuk koşuyorlarsa, biz de öncelikle onlardan başlıyorduk bayramlaşmaya.
Herkesin yüzünü bir gülümseme, bir huzur ve bir kaygısızlık kaplardı. İnanılan şey oydu ki; eve gelen misafir bereketlerle gelirdi. Çocuklara ayrı şeker büyüklere ayrı şeker yoktu o zaman. Yani insanımıza aynı değer verilirdi. Mendiller içerisinde küçüklere karınca kararınca harçlıklar verilirdi. Mutluluğa mutluluk katan bu gelenek vermenin nasıl üstün bir şey olduğunu öğretirdi bizlere. Bir tebessüme ve kalbi dolduran gülmelere değmez miydi çocukların her birine elli kuruş veya bir liralıkları mendil içinde vermek. Hem veriyorsun, hem gizli olsun diyorsun ve mendille de temizlik mesajı veriyorsun. Ama şimdi öyle mi peki? Hayır, hayır, hayır. Karşı komşu kapı deliğinden bakıyor kim diye ve aynı zamanda da kapı önünden kaldırılan ayakkabılarla da evde değiliz süsü veriliyor bayramlaşmaya gelenlere.
Eskiden akrabalarımızı tanırdık. Birinci dereceden değil, dıdısının dıdısının dıdısını bile tanırdık. Evde yengemiz varsa onun bile tüm akrabalarına giderdik. O zamanlarda insanlar bugün duyulan endişeleri duymazlardı. Endişeleri sadece eve az misafir gelmesiydi. Dede, nine, amca, dayı, teyze, hala, onların çocukları ve kan bağı olmayan akrabalarımızı tek tek ziyaret ederdik. Ama şimdi öyle mi? Tabi ki de değil. Çocuklar birinci dereceden sonraki akrabalarını bile tanımaz hale geldiler. Yani amca bilinir ama çocukları bilinmez. Ne aile bir şey söyler bunun için ne de karşı taraf dürtükler hem kendi çocuğunu hem de karşısındaki çocuğu ve ailesini. Çocuğa daha çekici geliyor internet başında oturup boş beleş işlerle meşgul olmak. Hatta şöyle söyleyeyim sizlere; babası ölen bir genç bir sosyal paylaşım sitesindeki sayfasına “Şu an babamı mezara koyuyorlar, çok üzgünüm” türünden cümleleri yazabiliyorsa böyle bir acı! İçerisinde ne bekleyebilirsiniz ki?
Öğretmenlerimiz, canımız öğretmenlerimiz, bizlere öğreten, bizlerin eğitiminde emekleri inkâr edilmez olan eğitimin yılmaz neferleri olan öğretmenlerimiz… Ailemiz sıkı sıkıya tembihlerdi; sakın öğretmenini ihmal etme. İkinci güne bırakma ziyaret etmeyi. Evine gittiğinde de sakın şeker ve meyvenin dışında bir şey alma. Bu sözle biz anlıyorduk hemen verilmek istenen mesajı.
İlk gün arkadaşlarla oynama fırsatımız olmazdı bizim. Ziyaretler tüm günümüzü alırdı. Akşam evimiz misafir dolardı. Bir hengâme, bir telaş, bir koşturmaca. Aslında hastalık sesi de yükselirdi bazen evlerin pencerelerinden. Herkes misafirleri için el yapımı tatlılar, börekler, sütlaçlar, daha neler neler yaparlardı. Yemezsen üzülüp ısrar eden insanların ikramları sonunda akşama bizlere karın ağrıları kalırdı. Olsun, yine de güzeldi. Hiç değilse bayramdı; yaşıyor ve yaşatılıyorduk. Şimdi öylemi peki? Nerdeee? Özellikle bir iki yere gidilirse gün içerisinde ikindi vakti eve zor varılır. Hemen tedbirler alınır misafir kabul etmemenin yollarına başvurulur. Hatta telefonla bayramlaşma ziyareti yapmak isteyenlere eşlerden bir tanesi “Ya çok isterdik ama eşim şu an uyuyor çünkü başı çok ağrıyor, hatta geçmezse birazdan hastaneye götüreceğiz” veya “Çok isterdik ama evde değiliz” diye türünden cevaplar verilir.
Eski bayramlarda mahalleler, çarşılar insan kaynardı. Cıvıl cıvıl, rengârenk ve bayram şekeri tadında bayramlar vardı. Ama şimdi peki? Bir günlük tatili bile fırsat bilen insanımız hemen kendini tatil beldelerine, yaylaya, denize atıyorlar. “Kafa dinleme” adını verdikleri bu kaçışı gerçekleştiren insanımız, daha sonraki yıllarda bu kaçışların kendilerine sevgisizlik, soyutlanmış, yozlaşmış bir neslin karşısına çıkacağını bilmeden kabullenmek zorunda kalacağı bir hayat olarak döneceğini bilmeden yaşamaktadırlar tatillerini yapıp(!), “kafalarını dinlemektedirler!”.
Bayramın ikinci günü de dolu dolu yaşanarak gün tüketilir ve sabahında üçüncü güne kalkılır ama anne babamızın bir şartı göz önünde bulundurularak başlanır sabaha. O da kıyafetlerimizi öğle namazı vakti geldiğinde eve gelip çıkartma şartıydı. Hem de kirletilmemiş olarak. Dersiniz ki niye kardeşim, erken vakitte pijama veya eşofman mı giyeceksiniz? Hayır, tabiki de. Öğle vakti çıkan elbiselerimiz annemiz tarafından su değdirilmeden elbise fırçasıyla fırçalanır ve düzgün şekilde katlanarak 65-70 gün sonrasında yaşanacak olan Kurban bayramında giyilmek üzere sandığa koyulurdu. O zaman da elbise dolabı da neymiş ki. Zenginlerin evinde vardı dolaplar. Hatta bazı meyveleri bile biz ya bayramda ya da bazı günlerde yerdik. Mesela muz o zamanlarda zengin meyvesiydi ve biz her zaman yiyrmiyorduk. “Bayramdan bayrama” sözü zamanında bizim yaşadıklarımıza tıpa tıp uyuyordu.
Peki şimdi? Her gün için ayrı bir giysi ve karşılığında memnuniyetsiz bir insan. Yediği önünde yemediği peşinde olan bir imkânlar ordusu olduğu halde tatmin olmayan insanlar. Ekonomik ve sosyal şartların bu kadar iyileştiği ve aynı zamanda da değerlerimizin adeta unutulduğu bir zamana geldik çattık. Aslında bugünleri kendimize bizler hazırladık. Öğretilen güzellikleri yaşamaya devam edip yaşatsaydık, bize yakışanı yaşasaydık bu hale gelmezdi toplumumuz. Anlayacağınız şikâyetçi de biziz, şikâyet edilen de biziz. Her şey bitmiş değil. Tümüyle kaybetmiş değiliz değerlerimizi. Herkes üzerine düşeni yaparsa ve güçlü toplumun temelini oluşturan değerleri kendisinden sonraki nesillere öğretmeye çalışır ve öğretirse emin olun huzurlu, güzel ve çocukluğumuzda yaşadığımız o günlere kavuşuruz. Ne yaparsınız; “İnsan; geçmişin özlemlisi, bugünün dert yanlısı, yarının ise ümitlisidir.”
Bu yıl Ramadan Bayramımız bizim için bir milat olsun. Her ne kadar dünyayı sarsan Covid-19 pandemisi gölgesinde geçirilecek olsa bile gelin bu bayramı farklı yaşayalım. Sevdiklerimize, hısım akrabalara, dostlarımıza telefon açmayı hatta görüntülü aramayı ihmal etmeyelim. Sevindirelim onları. Bir nebze de olsa yanlızlık ve eve hapsolma sendromunu insanların yüreklerinden silelim. Çocuklarımıza bol bol yaşadığımız bayramları anlatıp özendirelim. Şeker almayı ihmal etmeyelim. Eve kimse gelmeyecek deyip de bayram atmosferini iyiden iyiye kaybetmeyelim. Mümkünse yalnız yaşayan ana babanızı alıp evinize getirin ve onları gözleri yollarda ve tek kalmışlık üzüntüsüyle bırakmayalım. Bize yaşattıkları güzel bayramları hem onlara hem de çocuklarımıza yaşatalım.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog