Hafta sonları mümkün olduğunca eşimle birlikte sahaf dostlarımızın yanına uğrarız. Her hafta birkaç kitap alır okuruz. Tabi dost meclislerine girince de çay eşliğinde güncel meselelere değinmeden de çıktığımız olmuyor. Çayın demine ve tadına muhabbetin de demi ve tadı eklenince güzel ve yararlı şeyler de ortaya çıkmıyor değil hani.
Özellikle uzaktan eğitim sürecinde her ne kadar devletimiz gereken hassasiyeti gösterip, en güzel ve en az hasarla atlatacak yapılandırmalara gitse bile bazı sorunlar ortaya çıkmıştır ve var olan bazı sorunlar da katlanarak büyümüştür. Aslında burada herkes başkalarını suçlamak yerine öncelikle nerede yanlış yaptık diye kendi kendine düşünmesi gerekir. Çünkü sorunun mecrasına inip, sorunu teşhis edip, kökten çare olacak şeyleri yapmadığımız sürece havanda su dövmekle kalınmayacak olup, sorunun katmerleşerek büyümesine neden olunacaktır. Şikayetler hep nesiller üzerine yapılıyor. İşte “çocuğum bilgisayar başından kalkmıyor”, “çocuğuma engel olamıyorum”, “onu bilmem nelerden uzaklaştıramıyorum”, “o kadar nasihat ediyorum ama anlamıyor”, “ne kadar da desem dinletemiyorum” türünden şikayetler almış başını gidiyor. Maalesef herkes gibi her birimiz de bundan muzdaribiz.Önüne geçilmediği, çözümler üretilmediği, sadece söylemler havada uçuşup eyleme dönüşmediği sürece sorunlarımız devam edecektir.
Ben sorunların çözümü adına başlangıç noktasını “Meselenin Doymuşluk Meselesi” olduğunu kabul eden ve çözümün birinci basamağının burası olduğuna inanan biriyim. Benim yaşta (49) olanlar ya da büyük olanlarımızın hayata tutunuşumuzun yönlerini çocuklarımızaaktaramadığı için,nesillerin zorlukları çözme ve gerçekte var olmanın neler olacağını anlamalarını mümkün kılamamaktadır. Biz çalışmaya küçük yaşlarda başladık ama çocuklarımızı evlerinden dışarıya çıkartmadık. Aman eli yüzü yağ pas olur, işe gidip gelemez dedik. Öyle bir hale geldi ki durum toplumsallığımızın önemli bağlarından olan bayramlarımızda bile evden dışarıya zorla çıkartır olduk.
Biz annelerimize sofranın hazırlanmasından kaldırılmasına, bakkala gitmekten evi süpürmeye varıncaya kadar her konuda yardım ederken, şimdi çocuklarımızın yataklarını toplar, masalarını düzenler, yiyip içtiği şeylerin yere attıklarını/düşürdüklerini kaldırır olduk. Çocuklarımızı aslında bir fanus içine bizler hapsettik. Nereye kadar böyle gidebilir ki?
Sınavlara hazırlandığımız yıllarda piyasada birkaç tane üniversiteye hazırlık kitapları vardı. Ders kitaplarımızı konu komşudan ya da büyüklerimizin kullandıklarından tedarik ederdik. İnanın lise bitene kadar hep Güneş Kırtasiyeden borca kitap defter kalem silgi aldık. Kalemlerimizi iki santimetre kalana kadar kullanırdık. Aileden bir şey isterken bile düşünüp de isterdik. Bize kitap hediye edildiği zaman o kadar çok mutlu olurduk ki, hemen kitabın ön iç kısmına ismimizi yazar, tarihini atar ve kaplardık yıpranmasın diye. Şimdilerde evler kitap mezarlığı gibi. Aileler okusun diye kitaplar alınır, çocukla çıkılır onu seçtiği alınır ama ekranlara, internetin labirentlerine, videoların çıkmazına, sosyal medya ağlarının polemiklerine takılıp kalındığı için şikâyet ettiğimiz çocuklarımız karşımızda durur. Hazin bir öykü aslında bu. Bazı ilerlemelerin/gelişmelerin kaçınılmaz diye görülen olumsuz sonuçlarına bizler müdahale edebiliriz. Müdahale etmediğimiz sürece de inanın sorunların çözümü açısından bir arpa boyu da mesafe alamayacağız.
Gençlik ve aile konusu bir milletin can damarıdır. Nesilleri geleceğe nasıl hazırlarsak yarınlarımız öyle şekillenecektir. Değerlerimizden bihaber yetiştirdiğimiz her birey pimi çekilmiş bir tehlikedir. Kıymet bilmeyen bireylerin varlıklarıyla değil, kıymet bildiren ana babaların rehberliğinde sürdürülen yaşamların eşliğinde yarınlarımız güzel olacaktır. “Gak demeden su, guk demeden ekmek vermek” diye bir deyim vardır dostlarım. Acıkmadan ekmek, susamadan su, bir yerine iki-üç-dört alıp, “ben çektim evladım çekmesin” deyip de bir nevi çocuğumuzu meşhur bir başka deyimde olduğu gibi “bankamatik memuru” pozisyonuna sokarsak şikâyet etmeye yüzümüzün olacağını sanmıyorum. Öğreteceğiz, anlatacağız, tecrübeleri paylaşacağız, kıymetli olan şeylerin değerli olduğunu, değerli olan şeylerin de kıymetli olduklarını özümsettireceğiz. Toplumun bir parçası olduğunu, üreten ve emek veren birisi olduğunu anlatmalıyız. Topyekûn bir toplumun kazanacağını, müreffeh bir yaşama ulaşacağımız müjdesiyle yaşamalarına vesile olduğumuz sürece “Meselenin Doymuşluk Meselesi” olmaktan çıkıp, artık idealleri olan bir varlık olduğunu göreceğiz. Doyuran ve doyanın, “neyle doyurduğu” ve “neyle doyduğu” bilinirse sıkıntılar büyük ölçüde aşılır. Sürekli negatif telkinlerde ne kendimiz boğulalım ne de çocuklarımızı negatifliklere hapsedelim. Gerekeni, gerektiği gibi yapalım.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN
Eğitimci Sosyolog