Neleri paylaşamıyoruz hiç düşündük mü? Ne ihtirasların ne kuru inatların ve aklı selim insanların duyduğunda garip karşılayacakları, dert olmayan ne boş şeylerin gamında boğuluyoruz. Kimi zaman da çileden çıkartan muhtevasız işlerin hengamesinde ne kadar da çok yoruluyoruz. Bazen “dokuz köyden kovduracak cümlelerimiz oluyor ama yine de gönlümüzün suskunluk hanesinde inzivaya çekiliyoruz. Çilehanemiz bize sığınak oluveriyor” Nefes alırken gamlara, kederlere ve bizi üşütecek soğuklara yol vermeden yaşamaya devam ediyoruz belki de. Bu devam edişin yüreklerdeki yangını tarif etmek adeta imkânsız bir hâl alırken, dilimizi bağlıyoruz ve sorgulamaya önce kendimizden başlıyoruz. Tabi yapabiliyorsak o da.
Akrabalar arasında, hane halkının içinde, çalıştığımız yerdeki mesai arkadaşların arasında veya arkadaş meclislerinde devam ediyor hayatımız. Gülmek isterken ağlayabiliyoruz da çoğu zaman. Yalnız her şeye rağmen ayakta kalabiliyoruz. Ya da ayakta kalmayı başarabilmeye gayret ediyoruz. Bazı soruları çokça sorup kendimize bir istikamet çizebiliyoruz. Ama çok yoruluyoruz. Çokça yıpranıyoruz. Nağmelerin ritminde kelepçelerden kurtulmayı deniyoruz. Hülasası dostlar, biz hayat denilen bu yol alışların içinde çıkmazlardan kurtulalım derken bazı yaptıklarımız hem bizi hem de ortaklarımızı labirentlerde kaybettirebiliyor. Çıkmazlarımızı, olmazlarımızı, yürek yangınlarımızı, gönül girdaplarımızı düşünürken bazen kendimizle birlikte karşımızdaki kalpleri hapsedebiliyoruz. Birkaç kelime var aslında bizi böylesine divane eden. Az sayıda kelime var bizi bizden uzaklaştıran ve birbirimizin aramıza kilometreleri yerleştiren. O kelimelerin yansımalarını, hayatımızdaki ölçüsünü ayarlayabildiğimizde biz de rahat edeceğiz biz olmayan kimseler de rahat edecektir.
Yetinmeyibilmeden hep daha fazlasını istiyoruz. Başkalarının hayalleri olan gerçeklerimizi doya doya yaşamadan adeta imkanlar denizinde boğuluyoruz. İzlediğimiz filmlerdeki senaryoların aldatıcılığında tüketiyoruz yarınlarımızı. Hayatı film sahnelerinde yaşamak istiyoruz. Bir hasırın üzerinde sevdamızı yaşamak bağlılığını dört oda, bir salon, iki lavabo ve iki banyonun, parke yerlerin ve salon büyüklüğünde balkonların süslü görüntüsüne satmaya çabalıyoruz. Tabi ki en güzel şeyleri yaşayıp imkânı bol kepçe olan hayatlarda doyurmak istiyoruz gönüllerimizi ama imkansızlıklarda da mutluluğu yakalayabilir bir yaşamı elimizin tersiyle de itebiliyoruz. Yetinmek ya da şükretmek kelimelerini görmeyeceğimiz ve duymayacağımız yerlere adeta zincire vuruyoruz. Var olanın en azamisini gösteren kimselere teşekkür etmek yerine iğneli bir karşılık verebiliyoruz. Niye böyle yapıyoruz ki? Zorlamalarla, haram olan şeylerin yapılmasıyla mutluluğu yakalayacağımızı zannediyorsak yanılıyoruz. Sevgimize de sevdiğimize de sahip çıkamıyoruz. Ayrılık rüzgarlarını öylesine şeylerin aldatıcılığında estiriyoruz ki, biz hariç herkes şaşırabiliyor. Geriye küllerin bile kalmayacağı fırtınaları çağırıyoruz. Hoş, görmeyen göze, anlamayan gönle ve düşünmeyen akla neyi ne kadar anlatabiliriz orası da muamma.
Hoşgörüyüya anlamıyoruz ya da anlıyorsak da yanlış anlayabiliyoruz. Bunu alan araştırmasına konu edinmeye kalkışırsak doğruluğunun ispatlanacağından da şüphe duymuyorum. Neleri serbest bırakıp yaşamalarına izin verirken bir kendimize ve ben gibisin dediğimiz kimselere şans vermiyoruz. Eşimize, kardeşimize, ana babamıza, dostum dediğimiz kimselere ve kimlere kimlereee. Hani kırk kat yabancı denilen insanlara gösterdiğimiz anlayışı bizden dediğimiz kimselere göstermiyor ve acımasızca, zalimce ve affetmeyecek bir şekilde sergiliyoruz tavırlarımızı.
Dilimizi şifa olmaktan çıkartıpadeta zehir yüklü enjektör haline getiriyoruz. Güzel kelimeleri lügatimizden silip, yaşamımızı kötü ifadelerde tüketiyoruz.“Tatlı yiyelim tatlı konuşalım”, “sözünüzü balla kestim” türünden deyişleri adeta duymamış gibi davranıyoruz. Çatallı konuşmak yerine toplayıcı etkiyi ne istiyor ne de buna gayret ediyoruz. Yıkıp ekiplerinin yıktığı binaların molozları kaldırılıp tertemiz bir hale getirilen yere yeni ve paha biçilemez eserler yapılabiliyor ama dille yıktığımız gönüllerdeki kalacak izleri düşünmeden ifadelerimizi pervasızca savurabiliyoruz.
Sürekli bir itham etme gayretiyle bakıyoruz. Bir eksiği gediği çıksa da yanlış bir şey yapsa da bir hata yapsa da bunu yüzüne vursun pususunda bekler olduk. Nerde kaldı bizim sevgimiz? Nerde kaldı seviyorum diyen yanımız? Çok mu basit geldik bu yaşa ki bundan sonrasını huzur limanına demir atmak yerine fırtınalara demir alıyoruz. Hepimizin hatası vardır. Noksan bir varlığız, hataya ve günaha düşen bir varlığız ama bunları telafi edecek kadar başka varlıklarda olmayan özelliğimiz de var. Ne tali yolları deniyor ne otobanda gitmesini biliyoruz. Sürekli köprüden önceki son çıkışı da kaçırıyoruz ve ağır bedeller ödesek bile umursamazlıkla insanlara dert vermeye devam ediyoruz.
Bir gün bize de aynısıyla mukabele edilebilme ihtimalini düşünerek bu nahoş durumların mekânlarına uğramayı bırakın, semtlerinden bile geçmemeliyiz. Çünkü bumerang etkisi hayatta her zaman olası bir ihtimaldir. Dönüp dolaşıp bizi bulacak olan kötü durumlara taviz vermeden onları alt etmeliyiz. Çünkü insanoğlu diliyle, hoşgörüsüyle, şükretmesiyle, iradesini iyiye ve doğru olana kullanmasıyla değer kazanır. Değer veren değer görür, değer kazandıran değer kazanır düsturuyla hayat yolculuğumuzu devam ettirmeli ve hem kendimize hem de çevremize derman olmalıyız. Neleri paylaşamıyoruz ki?
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog