Normal ve anormal sözcükleri hayatın içinden, en yakından müşahitliğini yaptığımız olayların kavramsal boyutlarıdır. Esasen hem psikolojinin hem de sosyolojinin konusu olarak yaşamın merkezi konumlarıdır da diyebiliriz. Pozitif bilimlerde de kullanılan kavramlar olsa da biz o noktalara değinmeyeceğiz. Sadece sosyal ilişkiler, kültürel etkileşimler ve ruh dünyamızı etkileyen temel hadiseler olarak irdeleyeceğiz.
Toplum değişen dinamik bir yapıdır. Bu yapı, coğrafi yapı ve koşullardan tutun da siyasal, ekonomik, eğitimsel, dinsel, hukuksal ve teknolojik alanlara kadar her “etkin unsurdan” istisnasız etkilenir. Tabii burada da tek düzeliğin söz konusu olmadığını da bilmemiz ve kabul etmemiz gerekmektedir. Biz “eski” ama kültürüne/manevi dinamiklerine/her alandaki gelişimin unsurlarına “objektif bakmaya” gayret eden nesiliz. Alaylımız da mekteplimiz de bu konuda çok hassasızdır. Zaten bizi “anormalliklere anormal olarak baktıran” şey de budur.
Dünya, hassas dengeler üzerinde sürekli balık sırtı ilerleyen zamanları geçirdiğimiz bir mekân oldu. Bu mekânda ısrarla ve inatla “ille de benim istediğim olacak” zorbalıklarının sahnelendiği de hepimizin gözleri önünde. Her ne kadar yapay zekasından, robotik kodlamalarından, yazılım programlarından çok çakmasak bile bizi hayata bağlayan, bizi hayatla iç içe kılan, yapıcı ve geliştirici olmayı asla terk etmedik, etmeyiz de. Çünkü gerek aile büyüklerimizden gerek eğitim süreçlerimizde el aldığımız öğretmenlerimiz/hocalarımız/kanaat önderlerimiz bize hep gelişen/geliştiren, ilerlemeyi hedefleyen/hedeflettiren, benliğimizi/insanlığımızı muhafaza ve müdafaa ettiren bir kişilik olarak yetişmemize vesile olmuşlardır. İşte tüm bu unsurlardan sonra kültürümüzün/toplumsal zenginliğimizin içine sızmış veya alenen sokulmuş “bizden olmayan unsurlarla” normal bir yaşama ulaşamayacağımızı söyleyebiliriz. Çünkü dünün “normalleri” bugün “anormalleşirken”, bugünün “anormallikleri” de “normalleşme” olarak karşımızda durmaktadır. Karşı çıktığımız, endişe etmemiz, toplumsal yara olarak haykırmamız ve bir an önce “normal olan normalleşmeye gitmeliyiz” diye bağırmamız da bu yüzdendir. Peki, bizi bu kadar korkutan/endişeye gark eden/manzaradan huzursuz eden şeyler neler? Sıralayalım:
-Biz duygusunu yitirip bireyselliği ön planda tutmak.
-Edep ve ahlak kavramlarının sözde modernite karşısında banal karşılanması.
-Siyasetin ve koyu taassup içinde yapılan siyasetin her türlü çıkarcılığın/yalancılığın/liyakatsizliğin hamiliğini yapması.
-Cinsiyet konusunun sapkınlık içeren şehevi ideolojilerden olumsuz etkilenmesine kapıların sonuna kadar açık bırakılarak görülmemiş bir savunma yapılması.
-İnsan ilişkileri sahnesinin, yerini sanal ilişkiler sahnesine bırakması.
-Nokta kadar menfaatler için virgül gibi eğilmenin mübah kabul edilmesi.
-Görüşlerin ve ideolojilerin satılık insanlara yönelip, onlar üzerine plan yapılmasıyla etkin ve yetkin kimselerin ötekileştirilmesi.
-Selamlaşmamanın ya da bize ait olmayan selamlaşma şeklinin yaygınlaşması.
-Çalışıp üretmektense bahane bulup ataletin baş tacı edilmesi.
-Gençliğe güvenip motive etmek yerine onları kör kuyulara yönlendirmek.
-Asosyalliği gidermek yerine türlü türlü bahanelerle insanlarımızı zindanlara kilitlemek.
-Sevgi, saygı, bağlılık, samimiyet gibi toplumsal bütünleşme temellerinin korozyona uğratılması.
-Okumanın, ilim tahsil etmenin değersizleştirilmesi.
-Hakaret dilinin, ötekileştirme zihniyetinin, ihanet desteklemelerinin rağbet görmesi.
-Küstahça davranışlarla emin bir şekilde her konuda ahkam kesilmesi.
-Mahremiyet sınırlarının kaldırılıp hayatı sokaklarda yaşamak.
-Ekranlarda sadakatsizliğin ve cinsel metalaşmanın yaygınlaşması.
-Hak edilmeyen para pul, mevki makam, isim unvana ulaşmanın çekici kılınması.
-Sadece İslami değil, insani yaşamanın da reddedilmesinin propagandasının yapılması.
-Dem vurulan şeylerin tam tersi yönünde davranılması.
Daha öyle şeyler var ki “normalleşen anormallikler” arasında. Yüz kişi oturup sırasıyla birer tane söylemeye kalksak sanırım üç dört tur atarız. Ama biz yine de bunu yapmak yerine kendi değerlerimizle yükselmenin erdemliliğine, onuruna doğru yol almalıyız. Koşullar ve aktörler ne yaparlarsa yapsınlar biz öz değerlerimizden, manevi zenginliklerimizden, hakkaniyetten, helal olandan yana taraf olmaktan, bıkmadan usanmadan, gece gündüz demeden, son nefesimize varıncaya kadar “gök kubbede hoş sâdâ bırakan” olmaktan uzak durmayalım. Damarlarımızdaki asil kandan tutun da göğsümüzdeki imanın ve hayatımızı şekillendiren kıymetli kültürümüzün taşıyıcısı olalım. Vesselam.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog