Geçenlerde yolumuz Nevşehir’e düştü. Ülkemin dört bir yanını görme nimetine kavuşan, her gittiği yerde çok farklı şeyler öğrenen, öğrendiğini içselleştiren ben, yine çok farklı duygularla Nevşehir’den geri dönüp kalemi elime aldım. Yaptığım bu seyahatte çok farklı duygulara gark oldum. Paranın satın alamayacağı tecrübeleridoldurdum amel heybeme. Tefekkür etmenin yol göstericiliğindekihuzurun ve rotamın hedefe ulaştırmasındakizenginliklebu satırları yazıyorum.
Dağ başı denilecek kadar ıssız bir yerde kaldım. Doğu tarafımızdaki alanın gece manzarası o kadar mânâ kokan, insanı nefis muhasebesine daldıran bir yerdi ki adeta kelimeler kifayetsiz kalır. Ön tarafımız karlı dağlarla ve sessizlikle kaplı geniş bir araziydi. Hava derseniz; çok soğuktu. Öyle bir tenhalık vardı ki ancak görmek ve o dakikaları solumak anlatılacak olanları hissettirir. Karanlık ve o çok soğuk vakitte iki sandalye ve bir küçük masanın sığdığı balkona çıkma ihtiyacı hissettim. Aklıma birden tek başıma mezarlıklara gittiğim zamanlar geldi. Kendimi birden ellerimle yıkadığım, kefenleyip kabir içinekoyduğum sevdiklerim geldi ve ben de sanki o mezarlıkların birisine girivermiştim. Dört bir yanım ıssız ve karanlıktı. Kimsecikler yok. Uğrunda can vermekten imtina etmediğim hiç kimse yoktu. Gecenin alacakaranlığı büsbütün duygularıma hükmediyordu. Varlığımı sorgulamaya başladım birden. Sanki ben, benden sıyrıldım ve başka bir ben ortaya çıktı. Kulaklarımı parçalarcasına yüksek sesle dağları yankı içinde bırakan cümleler kuruyordu. Ne için varsın?Nereye gidiyorsun?Ne için yaratılmışsın?Kimi ya da kimleri razı etmek için çabalıyorsun? Üst üste sorular soru içinde çepeçevre sardığı o anlarda, vakti saatin belli olmadığı nefes alışlarının bittiğini hissediyorsun.
Yaşadıklarım geliyor aklıma. Sevdiklerimi ya da sevmediklerimi düşünüyorum. Ne için sevdiğimi ve ne için sevmediğimi düşünüyorum. Eş, çocuk, ana, baba, kardeş ve dost dediklerim yok yanımda. Bir başımayım. Acaba nelerle karşılaşacağım diye ürperten duygularla bekliyorum. İman ettiğim ahiret hayatına kabir durağıyla devam ediyorum. Durak dediğime bakmayın siz. Durmak tabii ki de yok. İbadetlerim, infaklarım, sevmelerim, öğrendiklerim, konuştuklarım, düşündüklerim, tercih ettiklerim ve bana yoldaşlık yapacak şeylerin ihtimalleri kasıp kavuruyor ruhumu. Acaba doğru tercihlerim gerçekten de doğru muydu diye de muhasebeye girişmiştim. Acaba iflas mı etmiş olacağım yoksa kazananlardan mı olacağım? Geri dönüş düşüncesi beyhude bir hal alıyordu beynimde. Hani bir fırsat daha verilse de bak nasıl yaşarım deyip duruyorum ama sadece pişmanlıklarım kalıyor elimde.
Ne de çok imkânlara sahiptim deyip dövünüyorum. Dünya nimeti adına nelerim yoktu ki? Her şeyim vardı. Hava, güneş, su, nefes, iş, aş, aile, nesep, ev, araba, sosyal çevre ve sayamayacağım o kadar çok şey var ki! Gelip geçtiğim dünya hayatından kimler geçmemişti ki? İyilikte ve kötülükte, kullukta ve asilikte kimler geldi kimler geçti benim gibi diye fırtınalarda kaldım. Âlemlere rahmet olarak gönderilen yüce zâtları da duymuştum,affedersiniz kıçını örtmeye muktedir olamayan ve adeta insanlığa ibret olarak gösterime sunulan ilahlık iddia eden Firavun’u da duymuştun. Birbirine karışmayan suların varlığını da müşahede etmiştim kuru topraktan içi su dolu sebze ve meyvelerini de tatmıştım. Kayalarının içinden adeta ormanların fışkırdığı yalçın dağları görüp, yüzlerce metre derinliklerde yaşayan organizmaların varlıklarından da haberdar olmuştum. Geçirdiğim bir salisenin bir daha geri gelmeyeceğini elli yaşına kadar yaklaşık 95 trilyon kere anlamış olman gerekirdi. Gidenler dönmez ibaresini sadece nağmelerin dizeleriyle hatırlıyordum ama artık hatırlamambana fayda sağlamayacaktı. Çünkü ıssız, ürperten ve adeta titreten gerçeklerle başbaşayım.
Kalp mi kırdım, fitne mi yaptım, para hırsına mı kaptırdım kendimi.Yoksa kulluk adına iyilik numunelerine mi sarıldım diye düşüneceğim şeylerin fırsatı verilmeden oracıkta görmeye başladım her yaşadığımı. Beni defnedip gittiler zaten. Sesimi, haykırışlarımı, pişmanlıklarımı duyacak hangi arkadaş, dost, akraba ve yakınım olacak ki? Tekim tek! Karanlıkta tekim. Issız ve alacakaranlıkta da güneşli günlerde de kabir altında tekim. Hatırlayan ya da alışkanlık haline getiren,beni sevenlerin okudukları, yapıp ettikleri hayırların ecirleri haneme yazılabilir. O da, o haneyi açık bırakacak şekilde inşa edilmişsem. Yoksa vay benin halime!Nefsim deyip dövünmek ne kadar da zormuş meğer.
Birden irkildim. Ömür diye bildiğim 50 yılı ne de çabuk yaşamıştım. Sanki kalbim ve bedenim on iki raunt dayak yemiş bir boksör gibiydi. Sanki piramitleri tek başıma yapmış kadar yorulmuştum. Ama bana seslenen “Ahretliğimin”;
–“Gardaş, Gökmen!”cümlesiyle daha 5 dakika geçmiş olduğunu fark ettim. Sesin geldiği yere bakmamla şükretmeye başlamam bir oldu. Kabirde değildim. Allâh için sevecek, kulluğumu yerine getirebilecek, elimden ve dilimden hayırlar zuhur ettirebilecek bir ömür içindeydim hâlâ. Zerrelerim adedince şükürler olsun. Nevşehir’e ne için gitmiştim ve nasıl geri döndüm. Her salisenin hesabını verebilecek bir hayat fırsatı bir kez daha bahşedilmişti bana. Elhamdulilleh.
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog Yazar