“Eskiden ne de mutluyduk” diye başlayan onlarca, yüzlerce cümle kurmuş ve duymuşuzdur. Derin hasretler içeren, yüzleri gülümseten enstantanelerin film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçmeleri adeta bizlerin dalıp gitmesine vesile oluyorlar. Şu an neyi/neleri yaşıyorsak, muhakkak onlarla ilgili çoğunlukta hep özlemler barındıran duygu yoğunluğu içine giriyoruzdur.
Aile içi iletişimden dostluk muhabbetlerine, akrabalık bağlarından komşuluk ilişkilerine, eğitim hayatından esnaflığa, oynadığımız oyunlardan yaramazlıklarımıza, ekonomik yapımızdan kullandığımız günlük araç gereçlere varıncaya kadar hep bir şeylerin özlemlerinde kalmışızdır. En çok da “insanlık” denilen; “sadâkat, vefa, fedakârlık, saygı, sevgi, değer verme, değer gözetme, koruyup kollama, yardımcı olma, şükretme, kıymet bilme ve üretken olma” niteliklerini barındıran kavramların olaylarında yaşar dururuz ve onları özleriz.
-Mahalledeki televizyonu olan üç beş komşumuzun pencerelerinden televizyon izlediğimizi tebessümle anlatırız.
-Traş bıçağının plastik kısmına sıkıştırarak kullandığımız iki santimlik kırmızı kalemimizi huzurla anlatırız.
-Pazar günleri mahalledeki akranlarımızla, siyah naylon spor ayakkabılarını giyerek oynadığımız futbol oyunlarını heyecanlanarak anlatırız.
-Arkadaşların bir kaçındaki bisikletlerden birinin bisikletlerini sürerken ya da üç yüz metre ilerideki direğe beş defa git gel beş lira olan deneyimlerimizi kahkahayla dillendiririz.
-Annemize verilen günlük yirmi lira ile et, sebze, meyve, cıncık boncuk alıp para biriktirmelerini iftiharla söyleriz.
-Bir yıldaki iki dini bayramda aynı kıyafetleri giymemizi gocunmadan ballandıra ballandıra ifade ederiz.
-İlkokul boyunca aynı okul çantasını kullanmamızdan bir eziklik duymadık ve gazete kâğıtlarıyla defter kitap kapladığımızı iftihar duyarak söyleriz.
-Akşam ve sabah sofralara birlikte oturmayı ve bereketlerin hâsıl olduğunu söylerken huzur duyarız.
-Herkesin kendisinin kapıyı açtığı bir anahtarı yoktu ve evin gerçek mimarı annelerin, eşlerin güleryüzleriyle açılan kapılar saadetin anahtarı olurdu.
-Misafirlikten, izzet ikramdan imtina edilmeyen güçlü toplumsal bağlarımız vardı.
-…
Artık geride söylemediğimiz özlem yüklü, hasret dolu, olgunluk kokan ve sağlam karakter oluşturacak cümleleri sizler kurabilirsiniz. Yalnız yazdığımız bu hasret içeren cümlelerin temel noktası sanırsam bakmak ile görmenin ayrı şeyler olmasından kaynaklanmaktadır. Memnuniyetsizliğin hat safhada olması, insan ilişkilerinin yapmacıklığı, makamların sarhoş ediciliği, paranın bozuculuğu, bilginin kibirde kullanılması, merhametsizliğin normal sayıldığı, düşene bir tekme vurulması felsefesinin benimsenmesi, doyumsuzluğun dört bir yanda kol gezmesi, menfaatperestliğin nefes almak gibi sayıldığı, komplo kurmaların normal bir strateji oluşturmak olarak kabul edilmesi, maneviyatsızlığa duyarsızlaşmanın yayıldığı, sahte yüzlerin pirim yaptığı bir toplum olmamızdaki temel sebep görmeden/görmek istemeden bakmamızdandır. Çünkü bir insan ya da bir toplum ancak böyle yaparsa kaybeder.
Yazımıza şu alıntıdaki örnekle son verirken görmenin, her yönüyle değerli bir şey olduğunu tekrar hatırlatır, nereden bakarsak bakalım yeter ki görmek için, yıpratıcı, bozucu ve yıkıcı değil de mamur edici bir bakışla görmenin değerli olduğunu hatırlatırım.
“Kadın kocasının çalışma masasına oturur, eline kalemi alarak yazmaya başlar:
-‘Geçen sene kocam safra kesesinden ameliyat oldu ve safra kesesi alındı. Aylarca yataktan kalkamadı. Otuz yıldır çalıştığı işinden ayrılmak zorunda kaldı ve yaşı 60 oldu. Aynı sene babası vefat etti. Oğlumuz trafik kazası geçirdiği için, tıp fakültesi lisans imtihanında başarısız oldu.’
Kadın sayfanın sonuna şunu yazdı:
-‘Ey gidi uğursuz, kötü sene..!’
O anda kocası çalışma odasından içeri girdi ve hanımının yanına geldi ve yazdıklarını okudu. Sonra hızla odayı terk etti. Ancak bir kaç dakika sonra döndü. Eline kalemi aldı ve o da hanımı gibi kâğıda bir şeyler yazdı:
-‘Geçen sene Allâh-u Teâlâ beni uzun zamandır çektiğim safra kesemdeki şiddetli ağrılardan kurtarıp şifa verdi. Altmış yaşına geldim, hastalığım tamamen iyileşti ve şu anda ağrılı, sızılı hiç bir hastalığım yok. Yakında yeni kitabım bitip baskıya girecek. Babam 95 yaşına kadar dinç bir şekilde, yatağa düşmeden, kimseye muhtaç olmadan, ağrısız, sızısız vefat etti. Oğlum trafik kazasından sağ salim kurtuldu. Hiçbir yerinde bir sakatlık kalmadan iyileşti.’
Adam sayfanın sonuna:
-‘Ey kendisinde Rabbimden pek çok ikram ve nimet gördüğüm hayırlı sene!’ diye yazarak bakmanın ve görmenin ne kadar ayrı şeyler olduğunu vurguladı.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog Yazar