BİR ÖĞRETMENİN MUTLULUĞU VE VASİYETİ
Sevgili Evlâdım,
Bugün belki ömrümün en güzel ve inanılması en zor günlerinden birini yaşadım. Şimdi gecenin bilmem kaçında, sana bu satırları yazarak içinde bulunduğum tarihi tüketiyorum.
Postacının uğramadığı ve her defasında es geçtiği tek katlı ahşap evimin penceresinden dışarıyı izlerken, birden bir motosikletin durduğunu fark ettim. Kırlaşmış kirpiklerim ve kırışmış gözkapaklarıma rağmen, gözlerimin şaşkınlığını adeta yüreğimin yüksek ritmiyle hissettim. Şaşkınlığıma engel olamıyordum. Donakalmıştım; gözlerim sadece postacı beyi izliyordu. Postacı bey, yer yer çürümüş olan tahta kapımın ziline bastı. Bu yaşlı vücudumdan beklenmeyecek bir çeviklikle hemen koştum kapıya. Bu arada da bir yandan düşünüyordum acaba postadan ne geldi diye. ”Ya oğlumdan bir mektup ya da evladım dediğim bir öğrencimden yaklaşan bayram için bir bayram tebrik kartıdır.” diye geçiriyordum içimden. Mevsim de tam dutların değme vakti.
Postacı beyin “Hocam bugün postane ekibi olarak hep size çalıştık” demesi üzerine şaşkınlığım ve merakım biraz daha arttı. Elime tutuşturduğu koca torba şaşkınlığımı adeta şoka çevirdi. Postacı beye titrek ve mutluluk tonundaki sesimle teşekkür edip hızla içeriye girdim.
Ağrılarıma iyi geldiği için pamuktan yapılan yer minderime oturdum ve yanı başımdaki bardağa su doldurarak ellerimin titrek halleriyle yudumladım ve bir kaç nefeste bitirdim bardağın içindeki suyu. Az da olsa içim ferahlamış ve rahatlamıştı. Torbayı açtım ve birbirine geçmiş yüzlerce zarf adeta benim kendilerine baktığım şekilde bana bakıyorlardı. Ters çevirerek hepsini döktüm yere ve… Aman Allâh’ım neler göreyim. Elazığ’dan Doktor Kübra, Tekirdağ’dan Savcı Nihat, Balıkesir’den Müfettiş Ahmet, Van’dan branştaşım Ekrem ve isimlerini sayamayacağım yüzlerce tebrik kartı… Bilirsin sulu gözlü biriyimdir. Hele altmış yaşını geçmiş olmam ve eşimle tek kalmışlığımız iyice hassaslaştırmıştı beni… İşte bu duygu ve heyecanla; bu saatte, titrek eller, nemli gözler, amacına ulaşmış bir komutanın zafer düşünceleriyle yazıyorum bu satırları.
Mektupları ve tebrik kartlarını okudukça sen ve senle birlikte okuyan arkadaşlarının istemiş oldukları yerlere gelmeleri ve gelmiş oldukları yerlerdeki iyi birer birey olmaları beni ziyadesiyle mesut etti. Şimdi daha iyi anlıyorum ki, sizler için çırpınmalarımız boşuna değilmiş. Hayatı bayrak yarışı olarak görüp, bayrağı sizlere teslim etmemiz ne kadar da doğru bir karar imiş. Güzel yurdumun dört bir yanını birer gonca gül gibi açıp güzelleştirmeniz, tıpkı güneşin doğuşu gibi insanımıza hayat vermeniz ve bulunduğunuz mevkilerde üzerlerinize düşen şeyleri lâyıkıyla yapmanız beni o kadar çok sevindirdi ki… Aklıma öğretmenlerim geldi. Onlar şimdi bu manzara karşısında hem bizlerle hem de sizlerle gurur duyuyorlardır.
Hatırlarsın; sınıfta yapılan kahvaltılar, pasta, kısır, börek, çörek ve dostluk kokan çay yudumları eşliğindeki sohbetlerimizi. Siz sorardınız, biz anlatırdık. Derdiniz derdimiz, sevinciniz dünyamız olurdu. Yaptığımız bu etkinlikler sınıfın o boğucu ve tek düzeliğinden nasıl da kurtarırdı bizleri ve ne de güzel motive ederdi hepimizi. Tek amacımız size öğretimle birlikte eğitimi de vermekti. Eğitim ve öğretimi bütünleştirip, ayırmadan, ayrıştırmadan, bir olarak, iri olarak, diri olarak hep ayakta olmayı aşılamaktı amacımız. Maya tutması belki uzun bir zaman alacaktı ama olsun. Kolay ne var ki hayatta. Bugünleri dünden görmeseydik, sizler de bugünlerde yarınların inşası için olmayacaktınız. Amacımız sizleri sadece doktor, mühendis, vali, hâkim, savcı etmekle birlikte adam olmanızı sağlamaktı. Görüyorum ki doğru yolda ilerlemişiz.
Beni soracak olursan şimdi yol arkadaşım, gönül sırdaşım, hayatımın kilometre taşı olan eşimle tek başımıza, tarih kokan ve dev gibi yükselen bu soğuk beton duvarların arasında sıkışıp kalan evimizdeyiz. Oğullarım da sizler gibi eğitimin içinde birer nefer oldular. Büyük oğlum Nizar Abdulkadir şu an Şırnak’ta “Beyin Göçünün Engellenmesi” projesinde yer almaktadır. Üstün zekâlı öğrencilerimizin eğitimine adadı kendini. Anlayacağın hem ürünün hem de insanımızın bizde kalması yolunda bir gönüllü olarak çalışıyor. Küçük oğlum Muhammed Fatih ise Aselsan’da ömrünü Türkiye Sevdasına adadı. Yani ikisi de sessiz ve onurlu kahramanlardan oldular. İkisi de evlenmediler. Bazen düşünüyorum da keşke ben de torun sevebilseydim; tüm ömrümü sizlere vermenin neticelerini düşünerek mutlu oluyorum. Bugün aldığım bu güzel hediyeleri ve paha biçilemez değerdeki saatleri yaşadığım için, size bir kez daha minnettarım.
Satırlarımın sonuna gelirken belki bir daha görüşemeyecek olmamızın ihtimaliyle söyleyeceğim şeylere dikkat etmeni istiyorum. Bunu vasiyetim olarak da kabul edebilirisin.
Sakın “BANANECİLİK” zihniyetine esir düşme. Unutma ki, komşunda başlayan yangına müdahale yapmaz isen sen de küle dönersin.
Yaşamak, üretmek ve anlatmaktan asla vazgeçme. Bunun için tonlarca nedeninin de olduğunu aklından çıkartma. En büyük nedenin ise “İNSAN” olmandır.
“BENLİĞİNDEN” söz edebilmenin tek yolunun “KENDİN” olmaktan geçtiğini de unutma. Kendin olabilmenin yolu da “DEĞERLERİMİZİ” koruyup geliştirmenden ve bu değerleri yaşatıp anlatmandan geçmektedir.
Affedici, öğretici ve yol gösterici ol. Herkes sende hayat bulmalı.
Dostunu ne aklınla ne de kalbinle sev. Çünkü akıl kaybolup kalp durabilir. Bu yüzden “RUHUNLA” sev. Ruh ölmez. Her iyiliği, her hakikati ruhunla hisset ve hissettiğini de hissettir etrafındakilere. Mevlana için Şems, Şems için de Mevlana ol.
Ülkemin insanını gül tohumları gibi gör. Onları alıp yüreğine ek. Kanınla, canınla besle ve gonca gül olup açana kadar yanından ayrılma. Dikenler batsa bile eline asla anlık sinirlerle yanlış yapma ve asla “ATICI” ve “SATICI” olma. Çünkü bu zihniyetin olduğu yere güneş doğmaz. Bizler çok şanslıyız; sizler gibi binlerce “GÜNEŞİMİZ” var.
“YARINLARDAN” sakın vazgeçme. “UMUT” edip öncesinde göstereceğin “ÇALIŞMALARIN” bugünlerdeki temellerin olacaktır.
Mutluluk yüreğinden, tebessümler gözlerinden, hakikatler fikrinden hiç ama hiç eksik olmasın.
Dua ve muhabbetlerimle…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog