Bizlere “En değer verdiğiniz kişiler kimlerdir?” sorusu sorulduğunda ilk vereceğimiz cevap, eğer evliysek ve çocuklarımız da varsa tabi ki “Evlatlarımız” olacaktır. Ama sadece soru sorulduğunda bu cevabı vermek yeterli mi ki sevgimizi ifade etmeye? Elbette ki “Hayır” deriz bu soruya. Ama bizler hayatımızı şöyle bir gözden geçirelim sevgili okuyucular. Hayatımız sadece sorulara cevap vererek mi, yoksa hakikaten anne-baba olmayı ya da bir büyük olmayı becerebilmiş, iyiliği emredip kötülüklerden de sakındıran birer bilinçli insan olarak mı geçmektedir.
Artık yukarıdaki soruları sayı olarak çoğaltmak ve bir nefis muhasebesi içerisine girerek hayatın neresinde olduğumuzu anlayabiliriz. “Yarınları kendilerinden emanet olarak aldık” dediğimiz gençlerimize acaba “tam anlamıyla emanetçi nasıl olunur” onu gösterebiliyor muyuz? Yoksa para-pul, giyim-kuşam, okul-dershane, arkadaş ortamları özgürlükleri imkânlarını sağlayarak mı yerine getiriyoruz emanetçilik görevini. Bugün gazetelerin üçüncü sayfa haberlerine baktığınızda ve televizyonlardaki haber bültenlerine baktığınızda suç işleyen insanların tahsil görmüş insanlardan oluştuğunu göreceksiniz.
Peki, sizce okuma ve tahsil görme oranı yükseldikçe suç oranını artması garip değil midir? Benim bildiğim, tahsil düzeyi arttıkça yaşamın güzel olması gerekir. Ama bunca bilim ve teknolojik gelişmişlik düzeyinde suç ve suçluların bazen akla hayale zarar verecek düzeyde olması, herkesin sorumluluklarının yerine getirilmesi noktasında kendilerini hesaba çekmeleri gerektiği anlamına gelmektedir.
Ana ve babanın en önemli görevi çocuklarını yarına hazırlarken onlara özellikle din eğitimini vermeleri veya buna muktedir değillerse bu eğitimi almalarını sağlamaları olmalıdır. Niye diyeceksiniz, “sanki bu eğitim olmaz ise insan olunmuyor mu?” diyenleriniz de çıkabilir. Biz de deriz ki; “ne verdiniz de ne istiyorsunuz ki?” Çünkü ibadet etme bilinci verilseydi, haram olan şeylerle vakitler tüketilmezdi. Haksız yere cana kıymanın kötü bir şey olduğu öğretilseydi, “çok sinirlendim” bahaneleriyle insanlar sudan sebeplerle öldürülmezdi. Hatta vahşilik ötesi bir varlık olunmazdı. İçkinin, kötülüklerin anası olduğu öğretilip sarhoş edip kendinden geçiren o maddenin esiri olmanın ne kadar da bedbaht durumlara düşürdüğü tasviri yapılsaydı, genç kızlarımız zevk ve sefahatin ardından hayatlarına son vermezdi. Ya da bir ömür boyu utanç içerisinde yaşayacağı hataları yapmazdı.
Büyüklere saygı ve küçüklere sevginin öğretileceği bir yaşamda ne asi bir gençlik ne de merhamet yoksunu, gönül fukarası insanlara rastlanır. Edep ve hayâ bilinci yerleştirilseydi genç beyinlerimize, onları bir tabur kötü insan gelse çeviremezdi doğru yollarından. İftira ve yalakalıkla geçecek ömürde nokta kadar menfaatler için virgül gibi eğilmenin ne olduğu anlatılsaydı evlatlarımıza, başarının efendisi olmuş nice simalar görürdü mutluluğa hasret gözlerimiz. Aslında ve daha nesi… nesi diye devam ettirebiliriz içimizi yakmaya. Ama bizler iç karartmak değil bugünümüzdeki yanlışları tespit edip, doğruları yakalayarak yarınlarımıza yön vermek istiyoruz. Bunun için de asla geç kalınmadı, kalınmaz da. Son nefes gırtlağa gelene kadar, nerelere ulaşabilirsek, yaptığımız iş ne olursa olsun oralarda hep doğru kalıp helal olandan yana tavır sergilersek, mutlu olup toplumsal huzura kavuşabiliriz.
Bananeci bir toplum ve bananeci bir birey olmaktansa; “Ben yoksam hiç kimse yok, ben varsam daha güçlü olacağız” ilkesiyle hareket edersek, manevi ilimleri öğrenip gençlerimize ve tüm insanımıza öğretirsek, kurt ile kuzunun barışını yaşatırız yaşamın kıyısında. Zaten yaşamlarda hep kıyılarda değil mi? Büyük olmak da kıyıdaki sergilenecek maharetlerde saklı.
Bu bilinç ve dua ile…