Sene 1979. Türkiye’de aktif bir işçi sendikasının, akademisyen ünvanlı Amerikalı bir davetlisi var. Amerikalı akademisyen daveti memnuniyetle kabul ediyor ve sendikacılık ile ilgili seminerler vermek için ülkemize davet ediliyor. Daveti ücreti mukabilinde kabul ediyor. Seminer çalışmalarının birinci kısmı tamamlanıyor ve verilen aradan sonra seminerin ikinci bölümüne geçiliyor.
İkinci bölüm soru cevap kısmından oluşuyor. İşçi sendikasının yöneticilerinden birisinin sorusu çok enteresan. Sendika yöneticisi soruyor:
– “Mr. X! öncelikle hoş geldiniz. Öncelikle seminerdeki sunumunuz için teşekkür ediyorum. Bildiğiniz gibi ülkemizde solcular ve sağcıların çekişmesi her platformda olduğu gibi sendikacılık alanında da çok çetin şekilde geçmektedir. Hatta bu çatışmalar, bazen günde onlarca ölümle bile neticelenebiliyor.(O yılları yaşı bizden büyük olanlar daha iyi hatırlar.) Acaba sizin ülkeden, sizin oralardan bakıldığında bizim buralar nasıl görülüyor? Burada olan olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?”
Birden ortalık buz keser. Hiç beklenmedik bu soru karşısında Amerikalı akademisyen gayet rahat ve samimi bir şekilde cevabını verir:
– “İçinde yaşadığınız coğrafya dünyanın en zor coğrafyası. Bu bölgede sorunlar bitmez. Bu bölgede huzursuzluk bitmez. Benim devletimin menfaati de bu huzursuzluktur. Buralara huzur gelirse benim devletimin çıkarları zarar görür. Yanlış anlamayan, bunları söylüyorum diye de kendi memleketimi sevmiyor da değilim hani. Yalnızca samimi sorunuza samimi cevap veriyorum. Bu bölgenin fertleri olarak sizin çok uyanık olmanız gerekir ve devletinize sizlerin sahip çıkması gerekir. Unutmayın, bu coğrafyada devlet olabilmek ve devlet kalabilmek çok önemli. Çok zor olan bu olguyu, bu yapıyı sürdürebilmeniz de ancak topyekûn uyanık ve birlik olabilmenizden geçmektedir. Sizin koruyamadığınızı, emelleri olan grupların ortadan kaldırması çok basittir.Bu bölgede devlet olmak kadar devlet olarak kalabilmek çok zor ama imkânsız değil.”
Nereden çıktı bu konu derseniz anlatacağım. Maksadımız her zamanki gibi siyaset yapmak değil. Çünkü siyaset yapmak bizim misyonumuzun dışında. Amacımız sadece zor olan ama imkânsız olmayan bu devamlılığı sürdürmekte toplumsal kurumların işleyiş, görev ve sorumluluklarına dikkat çekmektir. Ele alışlarımızı hep bireysellik üzerinden değerlendirmeler şeklinde olacaktır. Yalnız bireysellik derken de çıkarcılık ya da oportünistlik şeklinde de anlaşılmasın.
Fert olarak hem bireyselliği hem toplumsallığı hem de insanlığı iyi özümsemeliyiz. İnsan olmayı becerebilir, toplumsallığın kilit noktalarını anlayabilir ve bireyselliğin gerekliliğini çözebilirsek birlik ve beraberliği, dolayısıyla da devlet olup, devlet kalabilmeyi başarabiliriz.Çünkü bir kişi bile bir topluluğun hatta bir toplumun düzenine olumlu ya da olumsuz etkilerde bulunabilir.Herkes bu etkileme gücünü bilmeli ve bu bilinçle yaşamalı. O zaman Amerikalı akademisyenin devletinin, tasını tarağını toplayarak gerisin geriye arkasına bakmadan dönmemesi içten bile değil.
Birey olarak çalışkan olmalıyız. Kendi hayatımızı idame ettirirken olumlu bir çizgimiz olmalıdır. İnsanların bizde iyi bir şeyler bulunması gerekmektedir. Elimizden, dilimizden ve varlığımızdan hep insanlık görmeli. Güzel konuşmalı, güzel çalışmalı, güzel anlatmalı, güzel dinlemeli ve güzel bir vatandaş olmalıyız. Hattı zatında her haliyle güzellikler numunesi olan insanların çokluğu toplumda bir mahmurlaşmayı da peşinden getirecektir. Üretken olmayı bir yaşam felsefesi olarak seçmeliyiz.
Eğitime önem vermeliyiz. Aileden başlayan bu süreci gerek aile içinde ve gerekse de resmi eğitim kurumları içerisinde gerektirdiği biçimde solumalıyız. İyi bir anne baba olmanın yolu da iyi bir kardeş, arkadaş, dost olmanın yolu eğitimden geçmektedir. Vatandaşlık şuurunu önde tutan kimselerin oluşturduğu toplumların varlıkları da ona göre şekillenmektedir. Geçenlerde GüneydoğuAnadolu bölgesinin iki güzide şehrine gittim. Yıllar önce gördüğüm bu iki yer o kadar güzel bir çehreye kavuşmuştu ki anlatamam. Medeniyetin yol ile, hastaneile, okul ile, dinlenme tesisleriile, baraj ve hava limanlarının varlıkları ile, sanayi faaliyetlerininolması ile, tarım ve hayvancılıkla birlikte teknolojik yüksek düzeyde olması gerektiği ile olacağını kendi gözlerimizle müşahede ettik. Ülkemin her coğrafyasının ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım. Yerleşimin baş kenti sayılan Mezopotamya’da ne zenginlikler var daha iyi anladım. Kuzeyi ayrı bir zenginlik, güneyi ayrı bir var olma, vücut bulma özelliğinde oluşu, batısı ve doğusuyla ne büyük bir servete sahip olduğumuzugördüm. Yetmiş iki şehrimize gittim, gezdim, gördüm ve Amerikalı akademisyen ile aynı fikirde olduğumuzu yine sizlere ifade etmek istiyorum: Ülkemize bizim sahip çıkarak birlik ve beraberlik içerisinde olmamız ve vatandaşlık bilincini en üst perdeden sergilememiz, yüreğimizde taşımamız gerekir.
Tarihimize sahip çıkmalıyız. Dünyanın en eski kültürlerinden birine sahip olan bu memleketin fertleri olarak yeri geldiğinde bir rehberden daha fazla bilgiye sahip olacak şekilde öğrenmeli ve yakışır ifadelerle, sevdiren yaklaşımlarla çocuklarımıza, gençlerimize anlatmalıyız. Yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarını dost ve müttefik görülen azılı emperyalistlerin ellerine geçmemesi için çalışmalıyız. İster temizlik işçisi isterse de herhangi bir kurumda müdür olalım, her zaman en olması gerektiği gibi davranmalıyız. Ailelerimizi, dostluklarımızı, vatandaşlığımızı parlayan bir yıldız gibi yaşamalıyız. Hukuk sistemindeki işleyişten dini duyarlılığımızı ve hassasiyetimizi sürdürmek ve yansıtmak noktasında birer örnek olmalıyız.
Heba ettiğimiz zenginlikleri elimizden almaya çalışacak kimselerin olduğunu bilmeliyiz.Nerede yaşıyorsak en doğru ve yakışanı yaparak varlığımızı sürdürmeliyiz.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog