Dalıp gidiyor bazen insan. Sanki hiç bitmeyecek bir serüvenmişcesine hayat. Nefsi tatmin etme, para hırsı, zevk-u sefa ve daha nice geçici istek ve arzular peşinde koşar çoğumuz. İnançlarımıza olan bağlılığımızın pamuk ipliğine bağlıymışcasına zayıf oluşu, yozlaşmaya yüz tutmuş kültürümüz, bir dağın tepesinden kopup çığ gibi büyüyen benlik duygularımız; bizi biz yapan değerlerimizden gün geçtikçe uzaklaştırıyor bizi. “Nereye gidiyor bu gençlik?”, “Acaba bizim çocuklarımız büyüdüğünde nasıl olacak toplumumuz?”, “Bizim zamanımızda böyle değildi” gibi klişe sözlerle tanımladığımız toplum yapımızın düzelmesi için, elimizi taşın altına sokmak yerine, sürekli serzenişte bulunuyoruz çoğumuz.
Oysa ki bizler böyle bir inancın müntesipleri değiliz ki. Bizler yeryüzünün tamamına ahlâk kavramının tohumlarını ekmiş bir peygamberin ümmetiyiz. Cahiliye devri müşriklerinin bile, düşmanlıklarına rağmen ahlâkı ile ilgili tek kötü söz söylemeye cür’et edemedikleri bir peygamberin ümmetiyiz.
Biz biz yapan asıl değerimiz, inancımızdır. Sonrasında ise ahlâkımız. Bizler imanın asıl olduğunu bildikten sonra, Mü’min olarak vefat eden nefsin asla ebedi Cehennem’de kalmayacağını ve mutlaka Cennet’e gireceğini bildikten sonra, rahat davranıp haramlara dalamayız. “Ben peygamber değilim”, “Ben evliya değilim bazen günahlara düşebilirim” gibi sözlerle kendimizi avutamayız. Nasıl ki iman üzere ölen kişinin sonunun muhakkak ki ebedi Cennet olduğunu biliyorsak, günahların da insanı yavaş yavaş kararan bir kalbe doğru sürüklediğini de bilmek zorundayız.
İnsanın nefsi birşeyleresahip oldukça hep fazlasını istemeye meyillidir. Bir bakmış ki “Biraz daha biraz daha” diye diye ömür tükenivermiş. Artık çok geç herşey için. Telafi için zaman yok. Müslüman ise ânın idrakinde, müstakbelin gerçekliğinde düşünmeli ve hayatı bu minvalde inşâ etmeli.
Nimetler…Nimetler…Sonu gelmeyen nimetler. Ne kadar da kolay telaffuz etmesi değil mi? Ne kadar kısa. Ama bir anlam derinliği aramaktadır asıl maharet. Allâh bizlere kısa bir ömür ve yüklenebileceğimiz kadar sorumluluklar verdi. Bunlarla beraber sayılamayacak kadar çok nimeti de bizlere bahşetti. Ancak insan ne nankördür ki çoğusu gaflet içindedir. Şu kısacık hayatta, feragat edeceklerine ve verilen nimetleri haramdan koruyup farzları yerine getirmesine mükabil, kendisine vaadedilen Cennet’i düşünmeden, pervasızca haramlar işleyerek, ahiretini nasıl bir hüsranla başbaşa bıraktığının bile farkında olmazçoğusu.
Yazımı Rabb’imizinbirÂyet-i Kerimesi ile sonlandırmak istiyorum. Anlayana; sözün azı da çoğu da yeter. Anlamayana azı da çoğu da fayda vermez.
Allâh-u Teâlâ el-BakarahSûresi’nin 156. Âyet-i Kerimesi’nde şöyle buyuruyor:
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ
Anlamı:Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmaksûretiyle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!
Rabb’imimân selameti, muharremâttanictinâb ve sünneti ihyâ etmeyi nasip eylesin…
İlâhiyatçı-Yazar Davut ÖKTEN