Kaç gündür elimde olan ve özümseyerek yeni ufuklara yelken açmama vesile olan bir kitap var. Kitapta temel nokta insan. İnsanın ve insanların oluşturduğu toplumsal gerçekler. Bölgesel gerçeklerle harmanlanan kültürel gerçekler. Kitabın bir bölümü beni çok etkiledi ve yıllar öncesine gittim. Bende ayrı düşünceler oluştu. Konu insan ilişkileri. Kaybolmaya yüz tutmuş olumlu pencerelere açılan ilişkiler.
Tahmin etmediğiniz bir yöne götüreceğim şimdi yazıyı. Başlama noktam aklınıza gelmeyen yer olacak. 2003 ile 2007 yılları arası öğretmenlik dönemimde İnsan İlişkileri dersine giriyordum. Sosyoloji mezunu olduğum için bu ders bizim branşımıza ait. Lise ikinci sınıf öğrencilerinin gördüğü bir dersti. İnanın o kadar güzel geçerdi ki dersler. Çocuklar derste sanki kırlarda koşup oynar gibi şendi. Nereden anlıyordum bunu? Evlatlarımın konuya, daha doğrusu derse olan ilgilerinden, fikir alışverişine katılmalarından, tartışmalarda etkin olmalarından, kırıp dökmeden, hatta ve hatta güle oynaya dersimi işlememden anlıyordum.
Günler, aylar ve yıllar geçtikçe dünya ve ülkemiz koşulları değiştikçe, geliştikçe ve farklılaşmalardan dolayı erozyona uğradıkça başta bireyin kendisiyle olan ve sonra da ailesine sirayet edip, peşinden de yaşadığı her yerde görülmeye başlanan ilişkiler yumağı çile oldu. Sorunlar fırtınası adeta hem ülkem insanlarını hem de dünya toplumlarını etkilemeye başladı. Teknolojiyi nimet olmaktan çıkartıp şakağımıza dayadığımız bir silah haline getirdik. Hem de içinde tek kurşunla oynanan Rus ruleti misali tetiğe basmaya başladık. Mesafeleri yakınlaştıran teknoloji nimetini; kelimeleri kısaltarak, garip hitabetlerin ve bana ait olmayan duygusal ifadelerin panayır yeri olarak gördük. “Ok”, mrb.”, “nslsn”, “aeo”, “kib” ve daha sayamayacağımız yüzlerce anlam yüklenen kısaltmalar. Sonrasında telefon rehberlerine kayıtlı insanların isimleri bambaşka bir facia olmaya başladı. Babamızdan evliyken eşimizin yanında dayak yiyip de saygısından başımızı kaldıramayan bizden, “Babam” yerine “Facia”, “Jandarma”, “Tiran”, “Banka” ve daha onlarca terbiyesiz ifadelerin yazanları olan insanlar olduk. Öyle ki bu kendini bilmezlik ortaokul seviyelerine kadar indi. İşte tam da burada bir öğretmen, bir eğitimci olarak Sayın Devlet Büyüklerime ve muhatap olarak Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya SELÇUK Hocama bir teklifim var. Bu teklifimi lütfedip değerlendirirlerse çok sevinirim. Çünkü yıllardır üzerinde düşündüğüm bir konu ve bu konuda adım atılmadıkça da kan kaybetmeye devam ediyoruz. Teklifim şu: Geçmişte okuttuğumuz “İnsan İlişkileri” dersi orta okul seviyesinde verilmeye başlansın. Lise bitimine kadar yaş ve kişilik özelliklerine göre konuların ele alınarak müfredatın belirlenmesi, ders olarak okutulmasını teklif ediyorum. Bilirsiniz bazı dersleri gerek öğrenciler ve üzülerek söylüyorum ki bazı meslektaşlarımız angarya ya da fuzuli olarak görmektedirler. Ama ben onlara katılmıyorum. Örneğin Bilim Tarihi dersi, Matematik Uygulamaları, Proje Hazırlama, İnsan İlişkileri gibi dersler gerçek anlamda işlendiği zaman ne ufuklar açacak ve nice cevherleri fark etmemize yarayacaktır. Yeter ki bilip isteyerek yapalım işimizi.
Sayın Bakanımızın ve ilgili komisyonların çalışmalarıyla 5.sınıftan itibaren verilecek olan bu derste özellikle yaş aralıkları, dil gelişim özellikleri, toplumsal ve psikolojik yönler, kişilik gelişimi ve kendini ifade etme zenginliğinin üzerine katkı sağlanması, kavramlardan yola çıkarak kendimizi ve çevremizi tanımak, aile mef’umunu güçlendirmek, bencillikten kurtarmak temelli bir müfredat hazırlanmalı ve tiyatro oyunu sergiler gibi derslerin işlenmesi sağlanmalıdır. Bana dersiniz ki Sosyal Bilgiler ve Hayat Bilgisi derslerimiz var, o derslerde veriyoruz. Peki, bu dersler var ise neden sosyoloji, felsefe, psikoloji dersleri başta olmak üzere çoğu derste öğrencilerimizin büyük bir çoğunluğu cümle kuramıyorlar. Aile ve ebeveyn kopuklukları ve sorunları yaşanıyor. Öncelikle çocuklara aidiyet kazandırılmalı. Ailesinin vermediği toplumun bir parçası olma bilinci aşılanmalı. Olumlu ve olumsuz ilişki yönleri skeç, tiyatro oyunu, drama ya da temsil etkinlikleri sergilenerek yavrularımızın hem ufuklarını hem duygularını hem dillerini hem gönüllerini hem de toplumsal aidiyetlerini geliştirmemiz gerekmektedir. Kavramlar üzerine ezberler yaptırılarak değil, hadiseleri değerlendirme yeteneği kazandırılmalı, muhakeme gücü zenginleştirilmeli, düşünen ve yaşayan, yaşatan birer fert olabilmeleri için bu dersi ve özelliğini önemsiyorum. Tiyatro oyunu sergileyerek not kaygısından uzaklaşıp, sahneledikleri kimlikleri eleştirebilen çocuklarımızın gelişen empati duygularıyla daha güzel yarınlara ulaşabiliriz. Yaşayarak öğretelim. Yaşatarak düşündürelim. Yaşatarak bir çözüm bulduralım.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog