Değerli Müslümanlar!
Her yıl Müslümanlar tarafından kutlanan Mekke’nin fethi, asıl olarak, Hicretin 8. Yılında Ramazan ayında gerçekleşmiştir. Ancak ülkemizde biz Müslümanlar, tahmini olarak Mekke’nin fetih tarihine tekabul eden 1 Ocak tarihinde Mekke’nin fethini kutlamaktayız. Allâh-u Teâlâ Peygamber Efendimize Nasr Suresini Mekke’nin fethine de bir müjde olarak indirmişitir.
Allâh-u Teâlâ’nın Nasr Suresi’nin ayetlerinin manası şöyledir: “Allâh’ın yardımı ve zaferi geldiği ve insanların bölük bölük Allâh’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabb’ine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tövbeleri kabul edendir.”
Mekke’nin Fethi, Hicret’in sekizinci yılında Müslümanlar’ın, Kureyşli müşriklerin elindeki Mekke’yi almasıyla gerçekleşmiştir.
Mekke’nin Fethi, sayıca az olan o zamandaki Müslümanlar, müşriklere karşı imânlarını korumak ve yaymak maksadıyla hicret ettikleri Mekke’yi, sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu halinde geri dönüp fethetmeleridir. Hicret’in altıncı yılında Peygamber Efendimizle Hudeybiye Antlaşması’nı yapan Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devamı için, Müslümanlar’a yapılan yeni tekliflere de uymadılar. Peygamber Efendimiz’in hazırladığı İslâm ordusu, Hicret’in sekizinci yılında Mekke’yi müşriklerden kan dökülmeden almıştır.
Bu fetihten bir süre önce Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Hudeybiye Antlaşması yapılmıştı. Mekkeli müşriklerin müttefiki olan Ben-i Bekir Kabilesi bu antlaşmaya aykırı biçimde, Müslümanlar’ın himayesindeki Huzaa Kabilesine saldırdı.
Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem Mekke’ye haber göndererek, öldürülenlerin kan bedellerinin ödenmesini veya Ben-i Bekir Kabilesiyle olan ittifâkın sonlandırılmasını, aksi halde Hudeybiye Antlaşması’nın bozulmuş sayılacağını ve savaşa mecbur kalacaklarını bildirdi. Mekkeliler, teklifleri reddettiler ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler.
Mekkeliler daha sonra fikir değiştirip Ebu Süfyan’ı, Müslümanları barışa ikna etmesi için Medine’ye gönderdiler. Ancak görüşmelerden hiçbir netice alınamadı.
Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem çevredeki Müslüman kabilelerden de askerler toplayarak 10.000 kişilik bir kuvvet oluşturdu. Bunların 700’ü Muhacirler’den, 4.000’i Ensar’dan, kalanlarsa çevre kabilelerden gelen Müslümanlar’dan oluşuyordu.
Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, müşriklerin bundan haberdar olmamaları için Allâh’a duada bulundu. Peygamber Efendimiz son âna kadar ne yöne sefer düzenleneceğini açıklamadı. Ayrıca Medine’ye giriş çıkışları durdurdu. Böylece müşriklerin, İslâm Ordusu’nun hareketlerini öğrenme imkânı kalmadı. Ardından Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem orduyu harekete geçirdi. Mekke ile Medîne arasındaki mesafe, yaya olarak 12 gün olmasına karşın Mekkeli müşrikler, Müslümanlar’ın üzerlerine geldiklerini ancak İslâm Ordusu’nu Mekke’nin hemen dışındaki Merruzahran Vadisi’nde gördüklerinde anladılar. Bu durumda direnç göstermenin faydasız olacağını düşünmüş olacaklar ki müşrikler, herhangi bir savunma hazırlığına girişmediler.
Müşriklerin şaşkınlığını daha da artırmak için Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, Mekke’nin etrafındaki tepelere askerleri yerleştirdikten sonra tepelerde ayrı ayrı ateş yakma emri verdi. Akşam vakti etraftaki dağlarda ateşi gören Mekkeliler, İslâm Ordusu’nun daha da kalabalık olabileceği fikrine kapıldılar.
İslâm Ordusu hakkında bilgi toplamak için yola çıkan Ebu Süfyan, öncü birlikler tarafından yakalandı. Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, huzuruna çıkarılan Ebu Süfyan’a meâlen şöyle dedi: “Ey Ebu Süfyan! Henüz, “Lâ ilâhe illallâh” diyeceğin vakit gelmedi mi?” Ebu Süfyan Peygamberimiz’e; “Anam babam sana feda olsun. Bu kadar cefâdan sonra beni hidayete çağırıyorsun, ne hoş hilm ve ne güzel kerem sahibisin. İnandım ki Allâh’tan başka İlâh yoktur” dedi. Sevgili Peygamberimiz meâlen; “Benim Peygamber olduğumu da tasdik etme zamanın gelmedi mi?” buyurunca Ebu Süfyan, Kelime-i Şehâdeti söyleyerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, Ebu Süfyan’ı serbest bıraktı ve müşriklere şu sözlerini iletmesini söyledi:
“Her kim Ebû Süfyân’ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf’e girerse, emniyettedir.”
Sabah İslâm Ordusu savaş pozisyonu aldı. Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem orduyu 4 kola ayırdı ve orduya şu emri verdi: “Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”
Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, hareket emri verdi ve El Fetih sûresini okuyarak Mekke’ye girdi. 3 kol herhangi bir direnişle karşılaşmazken Halid bin Velid’in komutasındaki 4. kol, İkrime bin Ebu Cehil önderliğindeki küçük bir saldırıyı geri püskürttü.
Peygamber Efendimiz Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, Mekke’ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan’a bildirdiği gibi, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından içerisinde 360 put bulunan Kâbe’ye yöneldi ve İsra Suresi’nin 81. ayetini okudu. Ayetin anlamı şöyledir: “Hak geldi; bâtıl yıkılıp (zaîl) gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.” (El-İsrâ’/ 81) âyetini okuyarak putları birer birer devirdi. Daha sonra da beraberindeki Müslümanlarla Kâbe’yi tavâf etti.
Hicret’in sekizinci yılında Rasûlullâh’a boyun eğen Mekkeli müşrikler, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yaşamaya başladı. Allâh-u Teâlâ’nın mübârek kıldığı, İslâm dininin merkezi olan bu belde, şirkten, putperestlikten ve bütün diğer hurafelerden arındırılmış yeni bir hayata kavuştu.
Hem dinî hem sosyal hem de ekonomik açıdan büyük değişikler başladı. İnsanlar gruplar halinde İslâm’a girmeye başladılar.
Daha önce bağımsız bir şehir devleti olan Mekke’nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da değişmişti. Mekke, ihtiyaçlarını temin edebilmek için gereksinim duyduğu yoğun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bağımlı değildi. Zira Peygamber Efendimiz hazinedeki bulunan gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir şekilde taksim ettiği için, Mekke’nin ihtiyaç duyduğu her şey devlet eliyle sağlanıyordu. Ayrıca eski ticarî faaliyetler, Mekke için artık hayatî olma özelliğini yitirmişti. Mekke, Hac zamanlarında çok değişik bir manevî atmosfer altında hareketli ve canlı günler yaşıyordu. Bu zaman zarfında çok yoğun bir ticarî faaliyete de sahne oluyordu. Ayrıca Mekke, yeryüzündeki bütün Müslümanlar’ın kalplerinde yaşattıkları ve oraya ulaşıp, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârlıkları göze aldıkları bir manevî şehir olma özelliğini Kıyamet’e kadar sürdürecektir.Rabb’imiz bizlere, ölmeden o mükerrem belde olan Mekke’yi ve Kâbe’yi ziyaret etmeyi kısmet eylesin…
DAVUT ÖKTEN