Bugün kıymetli bir dostumla konuşurken –ki kendisiyle her daim ilmi ve fenni mülahazalar yaparız- kendimizi bir anda DNA sarmalı ve GEN konularının içinde bulduk. Kendi adıma çok ama çok faydalandığımı söyleyebilirim. Üstün bir varlık olarak insanın biyolojik özellikleri ancak bu kadar güzel anlatılırdı. Kıymetli dostumun anlattığı akli ve bilim temelli şeyler Allâh’a iman etmiş bir Müslüman olarak bana defalarca “Allâh-u Ekber” nidalarını zikrettirdi. Nereden geldik bu konuya derseniz de açıklayayım:
Bizler hesap ve nasip arasında varlığını sürdüren ve muhakkak kendimize ait son durağımızda ineceğimiz hayatın içindeyiz. Milliyetimiz, cinsiyetimiz, rengimiz, dilimiz, inancımız, beğeni ve reddettiklerimiz farklı olsalar bile davranışlarımız, tepkilerimiz ve duygusal özelliklerimiz çoğunlukta bizlere, atalarımızdan gen şifreleriyle ulaşır. Mesela darda ve zorda kalana yardım etmek konusunda elin Yahudisi gibi davranamayız. Merhamet noktasında vicdansız Amerikan insanı gibi ruh sağlığı bozuk bir şekilde hareket edemeyiz. Biz tarih boyunca yaşadığı, gittiği ve aman duyduğu her yere öncelikle insaniyet amaçlı ve insaniyetle birlikte insanlığın zirve noktası olan iman ve İslâm temelli yaşamları anlatmaya giden, anlattıklarını yaşamaya çalışan ve ifa ettiklerinin de yaşanılmasına ön ayak olmaya gayret eden bir milletin nesliyiz. Ağlayana omuz, gülene yüz, çalışana yardımcı, hakkaniyet yolculuğuna çıkmışlara da yoldaş olmayı ihmal etmemiş/etmedik/etmeyecek bir inancın mensuplarıyız. Dünyalık menfaatler bizi bu noktada engelleyemiyor elhamdulilleh.
Yalnız öyle bir özelliğimiz var ki o da bazen başımıza bela olan bir özellik olarak karşımızda duruyor ve ne hikmetse bizi terk etmiyor! O da futbol takımı tutar gibi aşırı “holiganizim” içeren şeyleri sürdürmekte ısrarcı olmamızdır. Yani sıkıntılı durumun/durumların devamı noktasında tavır takınırsak o sıkıntıların daha da artacağını bilmemiz ama maalesef bundan da enteresan bir şekilde vazgeçmememiz durumudur. Konuyu, dostumun anlattığı “Nasreddin Hocanın Aşure Sevdası” konulu hikâye ile somutlaştıralım. Hoca aşureyi çok ama çok severmiş. Hocanın eşi bir gün, bir büyük tencere aşure yapar. Hocaya: “Hocam, hocam! Ben komşuya kadar gidiyorum. Aşureyi sıcak sıcak yeme sakın. Bekle soğusun sonra tabaklara koyarım yersin.” der. Ee, hoca dayanabilir mi? Hayır! Eline kaşığı alır ve tencerenin başına oturur. Dakikalar ilerledikçe hoca daldırdığı kaşık sayısını unutur ve zevkten dört köşe olurken bir de bakar ki aşure tenceresi tam takır kuru bakır. Neyse, eşi gelir ve tencereyi boş görünce de evin bir köşesinde kıvranan hocaya yönelir. Hoca sancıdan kırk kattır. “Hanım acil bana doktor bul” der. Hikâye bu ya, eşi doktor bulur ve hocanın yanına gelirler. Hocayı fiziki muayeneyi yaptıktan sonra olay sürecini dinler ve hocaya şifa olsun diye iki tane şurup verir. Eşi şurupları gidip alır. Hocaya kaşık içindeki şurubu içirmek ister ama hoca içmemekte de ısrarcıdır/inatçıdır. Hoca şurubu içmemekte ısrarda devam edince hocanın eşi sinirlenir. “Yahu hocam altı üstü bir kaşık şurup, neden içmemekte inatlaşırsın benle?” der. Hoca ne der sizce? “Hanım hanım! İçecek yerim yok, olsa da yine aşure yerim” demiş.
Gelgelelim bu olayın aklımıza getirdiği diyeceklerimize: Bizler hesap ve nasip arasında yaşadığımız ve bize ait ineceğimiz durağa gelinceye kadar sergileyeceğimiz davranışlarda ilkeli olmayı devam ettirmeliyiz. Adamına göre davranacağımıza liyakate göre davranmalıyız. İşi ehline verirken şüphe etmemeliyiz ve hayat ilkelerimizden(!) yandaşlık kavramını silmeliyiz. Temsil ettiğimiz toplumun satıcısı olmamalıyız. Kültürün tarumar edicisi hiç olmamalıyız. Tek kanatla uçmak gibi bir hadiseye girişmemeliyiz. Çünkü iyi bilmeliyiz ki iki kanatla uçulur. İnsanın hayati devamı maddi-manevi değerlerle donatılmış iki kanatla sağlanır. Gerekirse doğruluğun ve hakkaniyetin tek kalmış savunucusu bile kalsak bundan geri adım atmamalıyız. Hiçbir menfaat bizi takla attırmamalı. Bizi kılıktan kılığa girdirmemeli. Bile isteye insanları/eş dost çevresini ve özellikle kendimizi kandırmamalıyız. Zararımıza olacak şeyleri terk ederken bizi değerli kılacak şeyleri de buyur ederek, hayatımıza baş tacı etmeliyiz. Kapalı kapılar ardında kara kaplı defterlerdeki işaret edilen karanlık mahfillerin ve şer odaklarının gönüllü kuklaları olmamalıyız. Bize derman olacak, bizi doğruya ulaştıracak, şahsımıza yapması zor da olsa faydası olup bizi iyileştirip geliştirecek şeyleri erdemli olarak yapmayı kendimize düstur edinmeliyiz. Yani Nasreddin hocaya ithaf edilen hikayecikteki son sözündeki “şurubu içecek yerim yok, olsa da yine aşure yerim” diyecek bir izan sahibi olmaktan vazgeçmeliyiz.
Unutmayalım ki doğrular ne kadar acı ne kadar zor ve ne kadar bizi üzecek nitelikte olsa da yalanlar içinde mutlu (!) yaşamaya tercih edilmelidir. Bazen acı diye baktığımız şey ömrümüzün geri kalan kısmının tadı olacaktır. Bu hususu tarihimizde çokça görebiliriz. Genlerimizin bozulmasına izin vermemeliyiz.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog