Hayatımız “olmak ve olmamak” arasındaki tercihlerle yaşanır. Her yaş ve her dönemin insanları olarak bir şeylerin “olması” ya da “olmaması” yönünde gayret gösteririz. Bazen kendimizi paralarız bir şeylerin “olması için”, bazen de sessizliğimiz ve tepkisizliğimizle karşımızdaki insanları çıldırtırız bir şeylerin “olmaması için”. Yani her nerede ve nasıl yaşıyor olursak olalım, kimin neyi olursak olalım, hayatımız hep “ol (mak) ve ol (mamak)” arasında dönüp durur.
Bizler yetkin varlıklarız. Mükellefiyet özelliği olan canlılarız. İslâm’a göre akıllı, baliğ ve davetin (İslâm’ın) aslının ulaştığı insanlar olarak sorumluyuzdur. “Yapmamız ve yapmamamız” gereken şeyler olduğu gibi “olması ve olmaması” gereken şeylerin mükellefiyiz. Bir başımıza yaşamamızdan aile ya da çoklu ortamlarda yaşamamıza kadar belirli şeylerin “yapıcısı/aktörü/faili” olmasıyla birlikte bazen de bazı şeylerin “dizginleyicisi/men edicisi” olmamız gerekir. Hele ki “toplumda” yaşıyorsak yani tek başımıza bir dağ başında ya da bir mezrada yaşamıyorsak ille de bazı şeylerin “ol (ması)” bazı şeylerin de “ol (maması)” noktasında aktif rol üstleniriz. Üstlenmeye de “mecburuz” diyebiliriz. Mecburuz çünkü kendi hayatımızın salahiyetinden tutun da toplumda ulaşabildiğimiz her ferdinin güven ve huzuru için, mutluluğu ve yaşanabilir bir durumda olmaları için bazı şeylerde “olmalı” bazı şeylerde de “olmamalıyız”. Yani William Shakespeare’in dediği gibi: “Olmak ya da olmamak; bütün mesele bu!”
Yirmi dört saatlik gün içerisinde ve dahi ne kadar kaldığını bilmediğimiz ömrümüzde bazı basit “olmamız” ve “olmamamız” gereken şeyler bir göz atalım dilerseniz:
Her şeyden önce “kendimiz” olmalıyız. Herkes ne ise odur. Ayşe’nin Fatma olması düşünülemediği gibi Fatma’nın da Ayşe olması düşünülemez/beklenilemez/zorlanamaz ve bu yönde suçlanıp aşağılanamaz. Çünkü her bir ferdin ayrı bir mizaç yapısı, karakteri ve kişiliği vardır. Sergilediğimizde sırıtacak ve adeta “yapmacık” olduğu anlaşılacak davranış ve sözlerden uzak durmalıyız. Kendimizi geliştirip, öz ile sözü aynı düzlemde kullanmalıyız. Buna kimse bir şey diyemez. Ama bizi yansıtmayan ve asla benimsemediğimiz şeyleri yapmaya yeltenmemeliyiz. Biz ancak “kendimiz” olarak daha kıymetliyizdir. Kendimiz olduğumuz sürece de mutlu bir hayat içinde huzur buluruz.
“Güvenilir” olmalıyız. İsmimiz zikredildiğinde insanların aklına “güvenilir/emin/dürüst” kavramları gelmeli. Hiçbir dünyalığın bizi değiştiremeyeceği bir kişiliğe sahip olmalıyız. Sahip olduğumuz mevki makam ya da servet ne olursa olsun asla “güvenilir” olmaktan ödün vermemeliyiz. R.E.Bosch’un dediği gibi; “İnsanların güvenini kaybetmektense servetimi kaybetmeyi yeğlerim.” sözü bu noktada çok kıymetlidir.
Bir de “affedici” olmalıyız. Hata biz insanlara mahsustur. Melek de değiliz peygamber de değiliz. Verdiğimiz kararlar, yaptığımız şeyler yanlış olabilir. Neticesinde de “affedilmeyi” bekleriz değil mi? İşte biz de bize ya da sevdiklerimize karşı yapılan yanlış/hata olan şeylerde (bilinçli olunmadığı müddetçe) affetmeyi tercih etmeliyiz. Evlilik hayatından iş hayatına varıncaya kadar tüm hayat sahasında “affedici” olmak insana “asalet” kazandırır.
“Cömert” olmayı ihmal etmemeliyiz. Cömertlik öyle güzel bir haslettir ki; ayetlerde, hadislerde, atasözlerinde, deyimlerde ve özdeyişlerde en çok methedilen insani özelliklerden biridir. Cömert insanın eli, gözü, gönlü boldur. Cömert insan zorda kalandan misafir olana varıncaya kadar herkese ve her yere ulaşmaya gayret eden kimsedir. Bilir ki “cömertten bir nekesten (cimri/pinti) bin” gider. Rızık Allah’tandır evet, biz de bazı kimselere rızıkların ulaşmasına vesile olmak için “cömertlik” elbisesini giyinip kuşanmalı ve üzerimizden bir daha o elbiseyi çıkartmamalıyız.
“Nazik”, “zarif” ve insani ilişkilerinde “hassas” olmalıyız. Böyle olduğumuz sürece girdiğimiz her yerde selamımız alınır, oturacağımız bir tabure uzatılır, hatırı yıllar sürecek ve bir daha olsa da koyu muhabbete dalsak dedirten dostlar kazandırır, dilimizden çıkanla huzur bulunur. Yoksa ne yaparsak yapalım, statümüz ve sülalemiz kimin neyi olursa olsun asla istenmememizin önüne geçemeyiz. Çok zengin ve bilgili olan kimse de hafız olmuş bir yerin makamına oturtulmuş kimse de olsak, sokakları süpüren temizlik görevlisi de olsak insana “kazandıran” şey nezaketi, zarafeti ve insani ilişkilerdeki hassasiyetidir.
“Çalışkan” olmalıyız. Asalak gibi, parazit gibi el açan kimselerden olmamalıyız. Yan gelip yatmak, kolay yoldan bir şeyler devşirmek ve emek sarfetmeden bir şeylerin bizim olmasını istemek çok kötü bir özelliktir. Kendi kazandığını harcamak, emek verdiğiyle hem hal olmak bir kimse için doyumu anlatılamaz bir haz vesilesidir. Bu yoldan asla şaşmamalıyız.
“Mütevazı” olmalıyız. Kibir gömleğini sahiplenmeyi aklımızın ucundan geçirmemeliyiz. Selamsız bandosunun şefi olmamalıyız. Burnumuz Kaf dağının tepesini göstermemeli. Benlik delisi olmamalıyız. Eller arkada bağlı sinsi gülüşlerle insanlara çelme takmamalıyız. Bilmeliyiz ki yaşattıklarımızı yaşamadan da ölmeyiz. Yani kısaca; “Ol (mak) ya da ol (mamak); tercih bizim azizim!”
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog