Kelimelerle ders alır, kelimelerle güler, kelimelerle ağlarız. Tabii ki de ders almamız, gülmemiz ve ağlamamız kelimelerden ne anladığımız oranındadır. Nasipli biri ya da nasibine doğru yürüyen, koşan biriysek kelimelerin tesirleri ve anlamları çok daha bir başka oluyor.
Çok duymanın ötesinde, yüreğe işlemesi ve hayatın depolama alanına kaydedilip sürekli kullanılan ve kullanıma hazır bulundurulan kelimelerin varlığı çok daha başka oluyor. Hatta şunu açıkça söyleyebiliriz ki, kelimelerin anlamı “hayatımıza kazıdığımız” kadar olmaktadır. Öyle kelimeler var ki, bazen üç harfli bazen beş bazen de yedi harfli bir kelime hayatımızın frenine yahut gazına dokunup gidişatımızı, yol tutuşumuzu belirlemektedir. Tam bu nokta, işte tam bu nokta, niyet ve nasip şekillenmede önemli rol sahibidirler.
İslâm dininde “sekarat” kelimesi, ölüm anında çekilecek olan acılara bağlı olarak bir baygınlık geçirilmesi durumunu ifade eder. “Sekarat-ı mevt” kelimesinin kısaltılması olarak “sekerat” kelimesi kullanılmaktadır. Sekerat, ölüm anında gerçekleşmekte olan bir baygınlık hali olarak da ifade edilebilir. Bu andan kaçış mümkün değildir. Hayatının merkezine neyi yerleştirirsen yerleştir; iman, ihlas, mal, mülk, statü ve dünyada insana ait yaşam alanında olan neyi yerleştirirsen yerleştir kaçış yok. Tabii ki süreli/sınırlı/sorumlu geçireceğin “hayat” gerçeğini nasıl idame ettirmenin belirleyiciliği çok önemlidir. Peygamber Efendimiz Aleyhissaletu Vesselam konuyla ilgili bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl dirilirseniz öyle haşrolunursunuz.” Kısacası kişinin yaşadığı halinin “ebedi aleme irtihalinde” önemli olduğu belirtilmektedir. Ömrünü geçirme, varlığını değerlendirme, akli muvazeneni kullanma, iradeni doğrudan yana yönlendirmede sergileyeceğimiz tavırlar, asıl alemin giriş kapısı olan “sekeratın” kolaylığını ve zorluğunu karşımıza çıkartmaktadır. Hiç kimsenin garantisi olmadığı şu hayatın/imtihanın öyle noktaları mevcuttur ki “sekerat” anını yani nefes almamızın geçiciliği ve asıl yolculuğun başlama noktasına erişimimizin adeta sigortası oluyor. Hani şey gibi: Evlerimizde sigortaların her birine “kaçak akım rölesi” vardır ve görevi evin elektrik tesisatını korumak ve dahi elektronik eşyaları korumaktır. Okuduğumuz, duyduğumuz ve şahit olduğumuz “sekerat anı” hayatımıza gerektiği gibi kodlanırsa “hayırlı niyetlerimizin akıbetlerini de hayırlı olmasına vesile olur”.
Rızkı ve ömrü verenin Allah olduğuna, mahlukatın malikinin Allah olduğuna, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığına, hiçbir şeye benzemediğine, zamandan ve mekandan münezzeh olduğuna, eşinin ve benzerinin olmadığına, yarattıklarının her anından gafil olmadığına ve hiçbir organ ve alete ihtiyaç duymadan gören ve işiten olduğuna iman eden, haram ve helal çizgisine uygun yaşamayı kendine prensip edinen kimselerin “irtihalleri” tam zıttı yaşayanlarından elbette ki farklı olacaktır. Çünkü Yüce Allah ’ın Et Tevbe Sûresi 119.âyetinin anlamı şöyledir:
Anlamı: “Ey iman edenler! Allah ’a karşı gelmekten sakının; özü sözü doğru, samimi ve dürüst insanlarla beraber olun!”
Hûd Sûresinin 113.âyetinin anlamı da şöyledir:
Anlamı: “Sakın zâlimlere meyletmeyin; yoksa onları saracak ateş size de dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka hiçbir dostunuz, yardımcınız ve sizi sahiplenecek hiçbir güç yoktur. Öyleyse O’ndan başka bir dost aramayın; aksi halde O’nun yardımından da mahrum kalırsınız.”
Bir hac mevsiminde Kabe’nin örtüsüne sarılıp hüngür hüngür ağlayan birine denk gelinir. Meraka mucib olur. Sormaya karar verilir. Rahatsızlık verme mahcubiyeti duygusuyla sorulur:
-Kusuruma bakmayın hacım! Kaç gündür size rastlıyorum ve sürekli buradasınız ve ağlar durumdasınız. Mahsuru yoksa bunun sebebi hikmetini söyler misiniz?
Adam ağlar ve korku içerisinde anlatmaya başlar:
-Biz üç erkek kardeşiz. Büyük ağabeyim bir camide kırk yıl imamlık yaptı. Hastalandı ve hastalığının sekerat anında bizden “Mushafı” istedi. Biz de okuyacak diye düşündük ve verdik. Ağabeyim mushafı kaldırarak “ben bu mushaftan ve içindekilerden beriyim” diye söyledi ve öldü.
Bu olayın üzerinden yaklaşık bir on yıl geçti ve diğer ağabeyim de hastalandı ve o da sekerat anında bizden mushafı istedi. Lakin biz büyük olan ağabeyimin o hazin sonunu unutmuş bir şekilde söylediğini yaptık ve mushafı verdik. O da diğer abimin dediği gibi; “ben, bu mushaftan ve içindekilerden beriyim” diyerek bizi bir kez daha sarstı.
Şu anda ben de on beş yıllık bir imamım ve bu iki hadiseyi unutamıyorum ve korkuyorum. Sonumdan korkuyorum. Rabbim beni ve bizi “sekerat anının” korkularından, aldatıcılığından korusun. Mesele bu kadar korkutucu işte.”
Düşünün; ağzın dilin kurumuş, bir damla suya var olan servetinin hepsini vermeye razısın. Kaldı ki boğazından geçmesi bile şüpheli bir şey. Belki kendi kılığında belki en sevdiğin kimsenin kılığında gelecek olan lainin kandırmacasına uymak ya da uymamak! Neye bağlı? Sürdüğümüz hayatımızdaki ilkelerimiz, prensiplerimiz, kabullerimiz, iman etmelerimiz, reddettiklerimiz, niyetimizin hasbiliği ve harbiliği; işte nokta atışını ve sonrasını belirleyecektir. İman ve ihlasın barındırdığı güzellikleri dünyanın hiçbir zenginliğine değişmemeliyiz. Çünkü dünya hayatının Allah nezdinde bir sineğinin kanadı kadar bile değeri yoktur. Biz tercihlerimizi “en değerli” olanlardan yana kullanmak için gayret göstermeli ve himmetimizden, gayretimizden, moralimizden ve inancımızdan sapmamalıyız. Sapmayalım ki ebedi alemin giriş kapılarının girişi olan sekerat anında umudumuz bize daha da bir güç olsun. Allahumme Amin. Amin. Amin.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog