ŞEKİLCİLİK-ÖTEKİLEŞTİRMEK
Şekilcilik, genellikle insanların popüler olan iyidir mantığıyla yaklaştığı, marka özentiliği ve toplumsal bir takım problemleri de beraberinde getiren durum olarak tanımlanmaktadır. Bu durum toplumlar arasında değişiklik göstermektedir. İçinde yaşanılan toplumun değer yargılarına ya da kültürel öğelerine göre de değişmektedir.
Bazen çok büyük yanlışlıklara da sebep olan şekilcilik, bir toplumdaki insanların ötekileştirilmesine de sebebiyet vermektedir. Şekilcilik, bir toplumda dönemlik olarak var olan ya da kabul edilen unsurların kendi dışındaki varlık şekillerinin dışlanmasına yönelik bir davranış kalıbıdır.
Her toplumun varlığı dinsel, tarihsel, dilsel, kültürel ve yaşamsal çerçevede farklılık gösterir. Bu farklılıkları kendi içinde değerlendirmek dururken, toplumsal çözülmeye neden olacak yaklaşımlara rastlamaktayız. Ülkemiz özelinde de bu durum belli bir dönemde çok fazla görülmüştür. Sırf inancından dolayı, dinimizin emrettiği tesettür içerisinde yaşamını idame ettiren insanlara karşı bu şekilcilik hastalığı çok yoğun bir biçimde uygulanmıştır. Gün gelip bazı “izm”lerin çerçevesine uymuyor diye dini hassasiyetlerimiz adeta yok sayılarak, bir baskı unsuru olmuştur. İnancından dolayı giyim kuşamına dayatmalar uygulanmıştır. Eğitim kurumlarında ya da toplumsal alanlarda hiç gereği yok iken kaşımalar yapılmıştır. Aslında şekilciliğin altında yatan şey “ötekileştirmektir”. Sergilenen bu yaklaşım bir milleti, bir devleti bir arada tutmaktan çok ayrışmasına neden olmaktadır. Toplumun yüzyıllardır yerleşik hale gelmiş değerlerini izole etme çabaları olarak karşımıza çıkan bu şekilcilik ve ötekileştirme hareketleri, toplumun kendi içinde bir kavgaya tutuşmasına neden olurken diğer taraftan da emperyalist güçlerin ekmeklerine yağ sürmektedir.
Gençlik yıllarımızda bu olaylara daha çok rastlanmaktaydık. Eğitimini tamamlayamama, bilgi, yetenek ve niteliklerin bir kenara itilerek potansiyel gücün alaşağı edilmesi toplumun ilerlemesine de büyük darbeler indirmekteydi. Tıptan eğitime, hukuktan ekonomiye, basın yayın alanındaki başarılı çalışmalarından bilimsel buluşların yapılmasına ve toplumda toparlayıcı etkinliklerin ortaya çıkmasına varıncaya kadar engellemelere imza atan bir “beyaz yakalılar” hareketinden başka bir şey olmamıştır. Kendilerini haklı çıkarmak için, ailesinin, nenesinin, annesinin, bacısının inançlı olduğunu söyleyip aynı zamanda da eğitimin geliştirilmesini isteyen kimselerin, ülkenin eğitim hamlelerini boşa çıkarmaktan başka bir şeye neden olmadıkları da aşikârdır.
Kurum ve kuruluşlarda, nitelikten ve yetenekten, fikir dünyasındaki olumlu katkılarından çok, sırf saçı, bıyığı, sakalı, giyim kuşamı değerlendirerek ötekileştirilen insanları gördük. Örneğin bir kurum müdürü, çalışmalarından ve kuruma kattığı katma değerin dışında insanları bıyığına ya da giyimine göre dışlayıp, o kurumda oluşacak olumlu kurum kültürünün oluşmasını engelleyebilmiştir. Yine bir kurum müdürü, eşinin hayat tarzından dolayı aynı kurumda çalışan astının kurumda kaldığı süre boyunca dışlaması ve ötekileştirerek, mobing uygulamak suretiyle psikolojik baskıya alıp, aidiyet duygusunun yitirilmesine sebebiyet vermiştir. Peki, ne kazanıldı bunlar yapılırken hiç düşünüldü mü? Hayır. Sırf dönemsel şovanistlik duygularıyla yapılan yaranmışlık durumu kimlere yarar sağladı? Tabiî ki kendi toplumuma değil. Bu niteliksiz davranış kalıpları, şu anki toplumsal yapımızda, emperyalizmin toplumları ele geçirme çalışmaları olduğu daha net bir şekilde görülmektedir.
Toplumsal huzurun önüne geçtiği bu hususlar, insanımızı kendi ellerimizle kamplaştırarak toplumsal buhranların canlı tutularak, bir noktada devletçilik ve vatanseverlik duygularını da yıkmıştır. Yani devletinin alî menfaatlerinin gözetilmesinin, memleket ve millet meselesi diyerek, sahiplenilmesinin bir kenara bırakılarak insanların küstürülmesi süreçlerini de ortaya çıkartmıştır. Yıllarca kendi tarihini bilmeden ya da yıkanan beyinlerin objektif ve öz benliklerinden uzakta şekillenen kalıpların esaretinde yaşamaya mahkûm edilmiş bir toplum oluşturmak, kimlerin işine gelebilir? Bizim değil.
Ne yapacağımız net bir şekilde ortada aslında. Bin küsür yıllık tarihimiz, örf ve adetlerimiz, değerlerimiz, öz benliğimiz, toplumsal dinamiklerimiz belli. Bunların çerçevesinde insanımızı kucaklayıp, şevklendirmek, geliştirilebilir alanlarda insanları motive ederek toplumu sahiplendirmek ve gerçek anlamda vizyon ve misyon sahibi bir devlet olduğumuzu halkımıza anlatmalıyız. “Bölüşürsek tok, bölünürsek yok oluruz” sözündeki, “bölüşmek” ifadesi ekmek, para ve yeme içmenin ötesinde bir anlamı ifade etmektedir. Maneviyatla yoğrulan bir gen yapısına sahibiz. Atalarımızın yaptıkları tarih sahnesinde dünyanın gözü önünde durmaktadır. Her dönemde, her coğrafyada adalet ve eşitlik düsturuyla idame ettirilen varlıkların iyi anlaşılması ve tahlilinin iyi yapılması gerekmektedir.
Biz; dünden güç, bugünden birliktelik ruhu ve gelecekten de çalışarak tevekkül etme şuuruna sahip olduğumuz sürece, hem kendi içimizde güçlü olup hem de kurtla kuzunun aynı yerde yaşanmasına vesile olabiliriz. Efendimiz Aleyhisselamın liderlik özellikleri, Hazreti Ebu Bekir’in sadakati, Hazreti Ömer’in adaleti, Hazreti Osmanı’ın edebi, Hazreti Ali’nin ilimle beraber yükselen cesareti, Osmangazi, Sultan Fatih’in, Kanuni Sultan Süleyman’ın, II. Abdulhamid Han’ın ve Sultan Vahdettin’in vatanperverlikle dolu kişilikleri bizlere çok şeyler anlatmalı. Bizler tarihini ve edebini, ilmini ve cesaretini, sahiplenmeyi ve şevklendirmeyi, en doğru özelliklerimizi ancak ve ancak kendi tarihimizden öğrenebiliriz. Diğer hallerde on yıllarca süren bir yıkım politikalarının esiri olup çıkarız.
Biz; tarihimizle, kültürümüzle, değerlerimizle, bizi biz yapan yönlerimizle ancak ayakta kalabiliriz. Aksi halde, aksi durumların ortaya çıkışı ve onlarla ilgili kavramları tartışarak bir arpa boyu yol almak bir yana, yok olmaya doğru sürükleniriz.
Gökmen CAN / Eğitimci-Sosyolog