Suçluyuz! İtiraza gerek yok. Haydaa, nerden çıktı bu itham değil mi? Evet, öylesine bir etiketleme ya da iftira türünden bir serzeniş değil bu. Anlatınca eminim bana hak vereceksinizdir. Nihayetinde bu memleketin, bu kültürün fertleri çok da ayrı düşünecek değil diye düşünüyorum. Mesele şu:
Bugün çalışmaya ara verdim ve evimin karşısındaki pazara indim. Yine bel ağrılarım tutmuştu ve gerçekten çok ağrım vardı. Karşı yola geçtim ve pazara girmeden üç beş metre geride ayağım tökezledi ve ileri doğru düştüm. Kaldırımda hurma satan on dört, on beş yaşlarında bir çocuğun azarlamasıyla ağrılarımı hissetmez oldum. Düşerken kaldırımda sergilenmiş bir hurma kasesine düştüğümden hurmalar zarar gördü ve düşerken aklımdan geçen hemen çıkartıp parasını vereyim düşüncesiydi. Ama çocuğun seslenişi adeta yıktı beni. Cümle aynen şöyle: “Dayı, önüne baksana kör müsün? Hurmaları ezdin.” Kalktım, özür diledim, ezdiğim hurmaların parasını bıraktım oracığa ve pazara doğru ilerlerken kaldırıma oturdum düşünmeye başladım. Biz böyle değildik? Bize ne oldu?
Biz yaşlılarına yardım eden, düşeni kaldıran, hastalananı doktora yetiştiren, büyüklerine hürmette kusur etmeyen, küçüklerine merhameti eksik bırakmayan ve konu ne olursa olsun her türlü olay ve mekânda adamlığı elden bırakmayan bir toplumduk. Değil satıcı çocuk gibi bir ibareyi karşımızdakine söylemeyi, aklımızdan bile geçirmezdik. Biz nasıl böyle kaldık peki? Ters çevirelim soruyu ve “Nasıl bu hale geldik?” diyelim. Biz nasıl böyle kaldığımızın kilometre taşlarını satır satır sıralayalım ve bunları bizden sonrakilere veremediğimizden dolayı bu hale geldiğimizi anlayalım. İnanın, yoksa benim memleketimin asıl sorunu salgın, siyasi çürümüşlük, ekonomik zorluklar türünden şeyler değil. Tabi bunları tümden yok saymıyoruz ama aşağıdaki şeyleri çocuklarımıza öğretmiş olsaydık şu andaki sorunlarımızın ne kadarı kalırdı ki?
-Biyolojik bir rahatsızlık olmadığı sürece anne sütü verilirdi.
-Doğal olan katkısız ürünlerle beslenme olurdu.
-Ninnilerimizde öğretim gerçekleştirilirdi.
-Annelerimiz besmeleyle yedirir içirirdi.
-İhtiyaç olduğunda alınan şeylerin kullanımına dikkat edilirdi. Yani bir yerine üç alınmazdı. Alındığında da değeri bilinirdi.
-Misafirlere karşı edepli olmayı ve paylaşmayı telkin eden ebeveynlik vardı.
-Aynı sofraya oturulurdu.
-Evde kız erkek ayrımı olmadan çocuklara iş bölümü yapılırdı.
-Hata yapıldığında özür dilemenin erdemliliğine binaen özür dilenirdi.
-Komşuluk ilişkilerinde yardıma koşmaya çocukluktan alıştırılırdık. Komşularımız için bakkala, manava, fırına giderdik.
-Giyim, kuşam, büyüklerin yanında oturup kalkma ve hatta gülmelerimizin bile bir ölçüsü vardı. Rahmetli babamın içeri girdiği vakitte ayağa kalkmadığım zamanı hatırlamam. Şimdi çocuklarımız bırak ayağa kalkmayı, “naber” sözlerini duyuyoruz.
-Okul, öğretmen, hizmetli, kim olursa olsun eğitim çok değerliydi. Mümkün müydü eve gelip şikâyet edeceksin. Hani haksızlık karşısında susmazdık, usulü erkanınca hak aramayı öğretirlerdi. Velev ki öğretmen yanlış bile yapsa paparayı yiyen biz olurduk. Çünkü anne baba yerine koyulan bir insan eve gelip de nasıl şikâyet edilir ki?
-Yaşımız ne olursa olsun büyüklerimizden gelenleri elleri önde bağlı saygıyla karşılar ve kusur etmezdik ve etmiyoruz da.
-Milli ve manevi değerler noktasında hassaslık hat safhadaydı. Yolda yürürken İstiklal Marşımız’ı duysak durur söylerdik. Bayramlarda ilk komşularımıza koşardık. Önemli gün ve gecelerde hayır yapmakta yarışırdık.
–“Ben yaşamadım, ben görmedim”denilmeden çalışma hayatına atılırdık. Emek ve kazanmanın değerini bilirdik. Ana baba parasını yemenin çok acı olduğunu, kazandığını eve katkı diye getirip vermenin asilliğini yaşardık. Öyle güzel bir duyguydu ki…
-Varlığı ve yokluğu anlamamız için sofralarımız mütevazi olurdu. Onu, bunu, şunu, ötekini, berikini yemem türünden şeyler söz konusu olamazdı. Nadiren de söylense hayretle karşılanırdı. Şimdi bir pazar kahvaltısında bazen sayıyoruz on iki, on üç çeşit var ve ekşi bir suratla seslenerek şükrü ve nimeti bilmeyen ifadeler: ‘yaa, başka bir şey yok mu?’ Halbuki biz, zeytin varsa peynir olmayan, peynir olduğunda zeytin olmayan sofralarda büyüdük. Güldük, mutlu olduk, kardeşimize, annemize ve sofrada kim varsa son lokmaları onlara bırakıp mutlulukla sofradan ‘afiyet olsun’ diyerek kalktık.
Geçen gün bir arkadaşım güzel bir yazı göndermişti ve aynen şunlar yazıyordu:“Her şeyi bildiğini zanneden ama aslında hiçbir şey bilmeyen acayip bir nesil türedi. Acayip bir jargona sahip bu nesilde ukalalığın adı ‘Hak Arama’, saygısızlığın adı ‘özgüven’, terbiyesizliğin adı‘özgürlük’, tembelliğin adı ‘hayat felsefesi’, ilkesizliğin adı ise ‘spontane yaşam’ olup çıkmış.”
Çıkmış dediğime bakmayın siz.Her zaman olduğu gibi ben önce kendi nefsime söylüyorum. Suçluyu uzakta aramayalım. Suçlamak için de aramayalım. Düzeltmek için hata noktalarımızı tespitini acilen yapıp, yanlışları gidermenin çalışmalarını gerçekleştirelim. Yoksa yüzyıllardan beri memleketimiz üzerinde oynanan ne ekonomik ne siyasi ne de maddi kaynaklı hiçbir şeyin yıkmayı başaramadığı şeyleri yarınsız ve her yönüyle kendi ellerimizle şekillendirdiğimiz çocuklarımızla başaracaklar!
Tekrar söylüyorum değerli dostlarım, suçluyuz! İtiraza gerek yok, suçluyuz! Çünkü bu nesil ağaç kovuğundan, kayanın içinden ya da gökten zembille inmedi. Bu zamane insanlar bizlerin eseri. Hadi gelin değerlerimizi tek tek ele alarak yeniden öğretmeye çalışalım. Haftada bir değer öğretsek yılda elli iki değer, on yılda ise beş yüz yirmi değer eder. Sorun kalır mı peki sonrasında? Gerisini siz hesaplayın.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog