Yaşadığımız günlük olayların ya da bizi etkisine alan hadiselerin etki oranlarına göre ruh haline büründüğümüz bir gerçektir. Kimi zaman gülümsemeyle iç huzurun tadını çıkartırken kimi zamanda da kötü diye tabir ettiğimiz olaylar yüzünden uykularımız kaçar. İlla ki yaptığımız hatalar yüzünden uykumuz kaçmaz. Bize karşı yapılan haksızlıklar da uykumuzu kaçırmaya yeter de artar. İşte şu anda, daha önce maruz kaldığımız bir haksızlığın kaçırdığı uykusuzluk saatlerini yaşıyoruz. Her ne kadar istenmeyen durumlar ortandan kalkmışsa bileyapılan haksızlıklar hatırladıkçauykular kaçabiliyor. Hani bu olaylara takılıp kalmak değil; nasıl olur da bunu yaparlar, böyle düşünürler veya niye, niye, niye…diye sorulara bir anda dalabilir ve uykularımız kaçabilir.
Hayatımızı “yargı(lama)lara” göre sürdürürüz. “Objektif” olduğumuz zamanlar olduğu gibi tümüyle “subjektif” davrandığımız zamanlar da olmaktadır. “Bencillikten” ve “benlikten” sıyrıldığımız oranda gerçekçi, yapıcı, merhamet kokan olayların faili oluruz. Bencillik ve benliğin eline düştüğümüz durumlarda ise hem kendimize hem de karşımızdakilere karşı insafsız davranırız. Bazen bunun farkına varmayız bile. Yıkıcı olduğunu fark etmediğimiz şeyleri bizim dışımızdaki herkes açık seçik görebilir. Asıl mesele başkalarının görmesiyle davranışlarımıza çeki düzen vermek değildir. Mesele bizim kendimizi tanıyarak ve muhasebe yaparak yaşamamızdır. Kendi gerçeğimizi kendimizin görmesi daha evla bir özelliktir.
Evet, “yargı(lama)daölçü” dedik. Bu husus çok önemlidir. Çocuğun yetiştirilmesindemuazzametkili bir durumdur. Yargı(lama)yı herkese ve her şeyin hâkimi egosuyla yapmayı öğrettiğimiz çocukların ya da bireylerin oluşturacağı dünyanın manzarası pek de iç açıcı olmayacaktır. Konuyu biraz daha açalım. Örneklerle belirginleştirelim. Yetkiniz ya da statünüz ne olursa olsun, eğer bunu amacı dışında kullanmaya başlarsanız yıkıma su taşıyan olursunuz. Öyle yıkımlara sebep olursunuz ki siz bile şaşırırsınız ve vicdan azabıyla başvurduğunuz savunma mekanizmalarınız bile sizi rahatlatamaz.En basitinden; hakaret etmek tarzında yaklaştığınız kişiden anlayış beklemek ne kadar doğru olur ki? Anlayışı önce biz göstereceğiz. Aslında anlatacağımız şeyleri birkaç maddede özetlersek panoramaya daha hâkim oluruz. İster işveren ister yetkili kimse ya da işçi-memur olalım şu hususlara azami özen göstermeliyiz ki bir tatlı huzur almaya uzaklara gitmeyelim ya da buhranlara düşmeyelim:
–Selamlaşmak, hal-hatır sormak değerimizi düşürmez, aksine kıymetimize kıymet katar. Güler yüzü eksik etmek kaybettirir. Kazananı olmayan bir mücadeleye imza atmış, huzursuzluğun müsebbibi olmuş oluruz. “Ya selamlaşmamak bu kadar kötü sonuca mı yol açar?”derseniz de tabi ki yol açar derim. Çünkü insanlar sizin bu olumsuz yönünüzü sorgular, nedenler arar. İnsanları suizanna itmektense, insan ilişkilerinin basit başlama ilkesini kullanmalı ve adına selamlaşmak ya da merhabalaşmak ne derseniz deyin, ilişkilere ya da karşılaşmalara böyle başlamalıyız.
–Konuşma kipimize dikkat etmeliyiz. Emir kipi her yerde kullanılmaya başlanırsa sıkıntılarda boğuluruz. Sert dille otorite kuracağımızı ya da işleri yaptıracağımızı düşünüyorsak hata ederiz. Çünkü bir topu duvara fırlatırsanız topun dönüp size değme ve zarar verme riski her zaman yüksek ihtimallidir.
–Güven vermeli ve güven telkin etmeliyiz. Sadece biz güveniliriz diye düşünmemeliyiz. Olaylara ya da kişilere sürekli “septik” yaklaşmak yaşam alanımızı daraltır. Elimizden geldiğince geniş hareket alanları içerisinde olmalıyız. Eğer böyle olursak başarıya yol alabiliriz. Sürekli insanlara güvensizlik hissettirirsek ne işler yürür ne de insanlık görülür.
-Çalışma alanlarımızdaki insanlara karşı “ayrışıma” gitmemeliyiz. Yani birini sürekli korurken diğerini/diğerlerini ötekileştirmemeliyiz. Emin olun gün gelir öteki biz oluruz. Ötekilerin olduğu yerde de “biz” nasıl olacağız?
–Ön yargılarla, sürekli komplo teorileri üretip, sanki savaştaymış gibi gardımızı hazır halde tutma psikolojisinden de uzaklaşmalıyız. Herkesten ya da çoğu kimseden hep bir kötülük bekler şekilde yaşarsak paranoyalarda boğuluruz. Ruh sağlığımızı korumayı“insanlığın” ölçütlerinde aramalıyız.
–Azim ve şevki güçlendirici olmalıyız. “Dil” nimetini güzel kullanmalıyız. Kibir kokan, itham içeren, kötülük bekleyen ve insanları kendi kabuklarına sürükleyip susturan kelimeleri dillendirmekten uzaklaşmalıyız. Çünkü tek otorite ya da tek bilen biz değiliz. Bizi bilmediklerimizle yargılamaya kalkarlarsa bazen toplum içine ya da meclis içine çıkamaz duruma gelebiliriz. Kimseye bu tavrı takınma düşüncesini vermemeliyiz.
-Her ne kadar bir yerin idari sorumluluğunu taşısak bile insan ilişkilerinde büyük-küçük, yani “yaş” olgusunu gözden kaçırmamalıyız. Kimse bizim kölemiz değil ve emrimize amade olmaya mecbur değil. İşini yapan ve insanlık hali hata yapan insanları jiletli tellerin üzerine atmak bizi kaybettirir. Sadece özgüvenini yitiren, jiletli tel örgülere attığımız o insanlar zarar görmez. Çok geçmeden biz de zarar görürüz. Emin olun görürüz.
–Yapıcı olmalıyız. Sorun olduğunu düşündüğünüz şeyleri muhataplarıyla açıkça ve baş başa görüşmeliyiz. Söz gelimi yanlış yapan birini diğer kişinin önünde yargılamaya kalkarsak gerilim ya da iç huzursuzluğun çıkartacağı hatalar zincirindeki halkaların sayısını artırırız. En doğrusu muhatabı olduğumuz bireyleri yüz yüze güzel bir dille uyarmaktır.
Dostlarım, inanın güzel yaşamak çok kolay. İnanın huzurlu yaşamak çok kolay. Oyunu kurallarına göre oynayıp, bencilliğe, ihtiraslara ve ne oldum delisi bir yaşamı seçme yanlışına düşmeden sürdürdüğümüz yaşamlar umut olur, huzur dolu olur, başarı ve kazanımlar getirir. Bu nedenle hayatımızın her alanındaki yargı(lama)larda ölçülü olalım, insani olalım. Çünkü herkes bir gün yaptıklarıyla yüzleşecek ve kendini, kendisi mahkûm edecektir. Şartları en ağır olan zindanlar vicdan zindanlarıdır.
Kalın sağlıcakla…
Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog Yazar